1. Zihin ve cennet
Zihne, bilmeye, akla ve düşünmeye dair erken imge Descartes'ın kurgusuna büyük ölçüde uyuyor. Descartes onu öyle kurgulamış olduğu için de olmayabilir bu. Belki de aklımızı ve giderek kendimizi de bedenden, dışımızda gördüğümüz dünyadan, uzamdan, madde olarak anladığımız kurgulardan bütün bütüne ayrı, ele gelmez, ışıksı, tutulmaz şey olarak anlamaktan kaçamıyoruz. Belki haklıyız da, algının kendisine dair algı, düşüncenin kendisine dair algı, düşüncenin maddesine, tözüne dair algımız madde ve bedenin tözüne, taşıyıcısına, dokusuna dair algımızdan kökensel olarak farklı.
Elbette bizim onu öyle algılıyor olmamız düşüncenin, zihinsel imgenin, algının, duygunun ve giderek tüm zihinsel olayların madde kurgusundan farklı olduğunu göstermiyor. Zira zihnimizdeki madde kurgusu da, tüm eylemsizliği, pütür pütür kat kat dokusu, kırınca yarılan iç doluluğu, içine işlenmezliği, rengi, ışığı, sertliği ve yarayışlarıyla, her şeyiyle yani, algıya ait, algı aynı zamanda madde de.
Gelgelelim, zihnin en azından akıl yakasının maddi bir dünyadan kökensel olarak farklı olduğunu varsaymanın başka bir tarihsel kökeni ve gerekçesi daha var. O da matematik. Matematiğin icatları bizimkine eklenen ama bütün bütüne farklı bir alem kuruyor. Mekansız ama bizim dünyamızdaki mekanı temsil etmeyi sağlayabilen bir dünya.. Pisagorcuları ve Platon'un esinlendiren ve aklın ruhun diğer yönlerinden (algı ve duygulardan) farklı, hatta o kirli dünyayla kökensel olarak uyuşmaz, onun tarafından kirletilmemiş olduğu inancına delil olan matematik ve geometri... Öyleki, Antik Yunan dünyasındaki bir cennet kurgusu olan Elysium çayırlarına alternatif olarak, içimizdeki ilahi yön olan bu akli alana göç etme hedefi gösteriliyor. Elysium çayırları İslam'ın cennetini ne kadar esinlendirdi bilmiyorum ama Orfiklerin, Pisagorcuların ve Platoncuların maddeden kurtuluş cenneti, bedensizliğin saf anına dair mutluluk, örneğin İslam mistiklerinin zihnini [hatta Alevi dimağını?] derinden derine biçimlendirmiş görünüyor.
2. Ruhun biliş gizemi
Descartes'ın kurgusunda akıl, maddeden kökensel olarak farklı. İki tür varolma hali var, biri akıl, biri uzam. Uzam ise maddenin uzanımından başka şey değil. Yapay zeka ve Bilişsel bilimlerin erken araştırmacıları da esasında Descartes'tan o kadar uzakta konumlanmıyorlar. Onlar için, öyle görülüyor ki, aklın en üstün, en önemli ve ayrıştırıcı meziyetleri, problem çözme, matematik, teorem kanıtlama, optimizasyon, planlama, vb. Tüm bu görevler matematiğin yöntemleri takip edilerek özenle formüle edilebiliyorlar ve edilmeliler de.
20. yy'ın ilk yarısı için insan düşüncesinin belirsiz alanları aklın sırtındaki son bir safra. Dilin belirsizliklerinin üstesinden gelmeyi başardığımızda, ki bunu formel mantık yoluyla [Russel ve Whitehead?] ya da dili ıslah ederek [erken Wittgenstein ve mantıksal pozitivistler] yapacağız, gerçek ve kesin bilgiye ulaşabileceğiz artık. O zaman anlıyoruz ki bir zihinsel işlevin kağıt üzerinde tariflenebilmesi--o işlevin kirli maddeden kurtulup matematiğin dünyasına hicret etmesi anlamına geldiği ölçüde--aklın en üst bölgesine taşındığı anlamına geliyor.
Bu bölge kendi kapalı kurallarına göre, mümkünse aksiyomatik olarak tariflenmiş, yani formel, dolayısıyla herhangi bir dünya veya bedenle zorunlu bir bağlantısı olmayan, uygun herhangi bir dünya ve bedende yeniden kurulabilecek olan soyut kurgular içeriyor.
AI ve Bilişsel bilim çalışmalarının başladığı 2. savaş sonrası ortamda akıl duygusuz, rasyonel, objektif ve bedensiz. Böyle anlaşılan bir aklı olsa olsa etrafımızda gördüğümüz her şeye alternatif olan, hiç bir maddi özellik barındırmayan, katışıksız bir ilke, yani uzamsız bir ruh üstlenebilir. Ama olsa olsa bir gizem formunda. Ruh hiç bir formunda aklın zenginliğini, karmaşıklığını, katışıklılığını, içinde bulunduğumuz dünyayla an be an ilişkide etkileşimde oluşunu, ondan hatta hiç bir durumda kopamayışını, hep dünyevi içerikle dolu oluşunu açıklayamıyor.
Ruh zihnin sadece gündelik işleyişini açıklayamıyor değil, gelişimine dair bir öneri de getirmiyor, ruh hep vardı, ya da bir anda yaratıldı, aklın saçma karmaşıklığı bir anda mükemmelen yaratıldı. Bu aklın mükemmelliğine ve saflığına inanmayı başardığınız sürece sorun yok.
Descartes'ın kurgusunda akıl, maddeden kökensel olarak farklı. İki tür varolma hali var, biri akıl, biri uzam. Uzam ise maddenin uzanımından başka şey değil. Yapay zeka ve Bilişsel bilimlerin erken araştırmacıları da esasında Descartes'tan o kadar uzakta konumlanmıyorlar. Onlar için, öyle görülüyor ki, aklın en üstün, en önemli ve ayrıştırıcı meziyetleri, problem çözme, matematik, teorem kanıtlama, optimizasyon, planlama, vb. Tüm bu görevler matematiğin yöntemleri takip edilerek özenle formüle edilebiliyorlar ve edilmeliler de.
20. yy'ın ilk yarısı için insan düşüncesinin belirsiz alanları aklın sırtındaki son bir safra. Dilin belirsizliklerinin üstesinden gelmeyi başardığımızda, ki bunu formel mantık yoluyla [Russel ve Whitehead?] ya da dili ıslah ederek [erken Wittgenstein ve mantıksal pozitivistler] yapacağız, gerçek ve kesin bilgiye ulaşabileceğiz artık. O zaman anlıyoruz ki bir zihinsel işlevin kağıt üzerinde tariflenebilmesi--o işlevin kirli maddeden kurtulup matematiğin dünyasına hicret etmesi anlamına geldiği ölçüde--aklın en üst bölgesine taşındığı anlamına geliyor.
Bu bölge kendi kapalı kurallarına göre, mümkünse aksiyomatik olarak tariflenmiş, yani formel, dolayısıyla herhangi bir dünya veya bedenle zorunlu bir bağlantısı olmayan, uygun herhangi bir dünya ve bedende yeniden kurulabilecek olan soyut kurgular içeriyor.
AI ve Bilişsel bilim çalışmalarının başladığı 2. savaş sonrası ortamda akıl duygusuz, rasyonel, objektif ve bedensiz. Böyle anlaşılan bir aklı olsa olsa etrafımızda gördüğümüz her şeye alternatif olan, hiç bir maddi özellik barındırmayan, katışıksız bir ilke, yani uzamsız bir ruh üstlenebilir. Ama olsa olsa bir gizem formunda. Ruh hiç bir formunda aklın zenginliğini, karmaşıklığını, katışıklılığını, içinde bulunduğumuz dünyayla an be an ilişkide etkileşimde oluşunu, ondan hatta hiç bir durumda kopamayışını, hep dünyevi içerikle dolu oluşunu açıklayamıyor.
Ruh zihnin sadece gündelik işleyişini açıklayamıyor değil, gelişimine dair bir öneri de getirmiyor, ruh hep vardı, ya da bir anda yaratıldı, aklın saçma karmaşıklığı bir anda mükemmelen yaratıldı. Bu aklın mükemmelliğine ve saflığına inanmayı başardığınız sürece sorun yok.
3. Binyılların çözülüşü
19. yy sonlarında başlayan deneysel psikoloji çalışmaları özellikle algıya dair, tesadüfi ya da bir seferlik olmayan, bilme ve algılama sistemimizin yapısına ait olan ve hemen her insanda tekrarlayan biçimde ortaya çıkan zihinsel anomalilerimize dair veri biriktirmeye başlıyor. Bu trend azalıp bir yerde tükenmediği gibi psikologların sınamayı akıl ettiği her alanda bu tip sistemik tuhaflıklar hatta algılama, bilme hatta muhakeme hataları ortaya çıkmaya devam ediyor.
Aklın mükemmel yetilerine dair inancı belki de en çok bu deneye dayalı veri sarsıyor. Yavaş yavaş sarsıyor ama. 2400 yıllık bir paradigma yerinden kolay kıpırdamıyor. Bu tedrici sürecin en azından güncel görünümünü ilerleyen paketlerde biraz not etmeyi düşünüyorum o yüzden burada yüzeysel tarihime ara verip "insan sonrası" paketlerimin bu birincisindeki dertlerime doğru bir sıçrama yapmak istiyorum.
Akla ve zihne dair hakim paradigma seti 60'lar ve 70'lerle beraber eleştirilmeye başlanıyor. Pratikte, AI aleminde sorun şu: işlemiyor, çalışmıyor, sorunu çözmüyor. AI'ın paraleli olarak ortaya çıkan Bilişsel bilimlerde sorun da paralel: işlemiyor, açıklamıyor, çözmüyor, karşılığı değil. Kıta felsefesi de tam bu dönemde --Nietzche'nin izinden?-- yoğun bir özne eleştirisine girişmiş durumda ve öznenin tekilliğine ve takil öznenin ayrıcalıklı "kaptan" pozisyonuna dair tüm kurgulara alternatif çoğulluk varyasyonları kitaplar boyunca detaylanmakta.
Aklın açıklanması, anlaşılması ve yeniden üretilmesi paradigma dönüşümünü dayatıyor çünkü tekil ruha, bireysel özneye ve formel akla dair inanışlar ve her şeyden önce kesin bilgiye adanmış, aklın kemaline, akıl ütopyasının gerçekleşmesine adanmış bir epistemolojik paradigma aklı bırakın daha da geliştirmeyi, ya da insan aklının ilerisindeki bir 'kesin bilme'yi sağlamayı, sıradan insanın bu sefil zihninin işeyişini de ne açıklayabiliyor ne de yeniden üretebiliyor. [Hatta aslında bir köpeğin, hatta aslında bir böceğin, hatta aslında bir yumuşakçanın, hatta aslında bir zihni dahi olmayan bir tek hücrelinin bilişsel başarısına da teknolojilerimiz üzerinden erişebildiğimiz yok.]
19. yy sonlarında başlayan deneysel psikoloji çalışmaları özellikle algıya dair, tesadüfi ya da bir seferlik olmayan, bilme ve algılama sistemimizin yapısına ait olan ve hemen her insanda tekrarlayan biçimde ortaya çıkan zihinsel anomalilerimize dair veri biriktirmeye başlıyor. Bu trend azalıp bir yerde tükenmediği gibi psikologların sınamayı akıl ettiği her alanda bu tip sistemik tuhaflıklar hatta algılama, bilme hatta muhakeme hataları ortaya çıkmaya devam ediyor.
Aklın mükemmel yetilerine dair inancı belki de en çok bu deneye dayalı veri sarsıyor. Yavaş yavaş sarsıyor ama. 2400 yıllık bir paradigma yerinden kolay kıpırdamıyor. Bu tedrici sürecin en azından güncel görünümünü ilerleyen paketlerde biraz not etmeyi düşünüyorum o yüzden burada yüzeysel tarihime ara verip "insan sonrası" paketlerimin bu birincisindeki dertlerime doğru bir sıçrama yapmak istiyorum.
Akla ve zihne dair hakim paradigma seti 60'lar ve 70'lerle beraber eleştirilmeye başlanıyor. Pratikte, AI aleminde sorun şu: işlemiyor, çalışmıyor, sorunu çözmüyor. AI'ın paraleli olarak ortaya çıkan Bilişsel bilimlerde sorun da paralel: işlemiyor, açıklamıyor, çözmüyor, karşılığı değil. Kıta felsefesi de tam bu dönemde --Nietzche'nin izinden?-- yoğun bir özne eleştirisine girişmiş durumda ve öznenin tekilliğine ve takil öznenin ayrıcalıklı "kaptan" pozisyonuna dair tüm kurgulara alternatif çoğulluk varyasyonları kitaplar boyunca detaylanmakta.
Aklın açıklanması, anlaşılması ve yeniden üretilmesi paradigma dönüşümünü dayatıyor çünkü tekil ruha, bireysel özneye ve formel akla dair inanışlar ve her şeyden önce kesin bilgiye adanmış, aklın kemaline, akıl ütopyasının gerçekleşmesine adanmış bir epistemolojik paradigma aklı bırakın daha da geliştirmeyi, ya da insan aklının ilerisindeki bir 'kesin bilme'yi sağlamayı, sıradan insanın bu sefil zihninin işeyişini de ne açıklayabiliyor ne de yeniden üretebiliyor. [Hatta aslında bir köpeğin, hatta aslında bir böceğin, hatta aslında bir yumuşakçanın, hatta aslında bir zihni dahi olmayan bir tek hücrelinin bilişsel başarısına da teknolojilerimiz üzerinden erişebildiğimiz yok.]
4a. Lakoff ve Johnson'ın buluşu: Metaforlarla düşünüyorum
Bilişsel bilimler mülti-disipliner bir alan. Nörobilim, psikoloji, felsefe, hesaplama bilimleri, AI ve robotik bu alana farklı yönlerden katkı yapıyor. Bizim ise insan sonrasına giriş için kovalayacağımız ilk hat, yine bilişsel bilimler paketine katkı yapmakta olan dilbilim olacak.
1980 yılında George Lakoff [bir dilbilimci] ve Mark Johnson [bir felsefeci] "Metaphors We Live By"* diye bir kitap çıkarıyorlar. İddiaları şu:
"Primarily on the basis of linguistic evidence, we have found that most of our ordinary conceptual system is metaphorical in nature." Mwlb 4
Basitçe, 'düşünmede metaforların da bir rolü vardır işte' demiyorlar. O yüzden vurgulamak istiyorum, 'metafor sadece bir dil aracı, bir edebi oyun değildir; metafor dünya üzerine düşünmemizi sağlayan kavramsal yapıların oluşumunda kökensel bir işleve sahiptir' diyorlar:
". . . metaphor is pervasive in everyday life, not just in language but in thought and action. Our ordinary conceptual system, in terms of which we both think and act, is fundamentally metaphorical in nature." Mwlb 3
Sözgelimi, bir kavramsal alan, kaynak ("source") alan ("domain") olarak kullanılıp, başka bir alana ("target domain") haritalanıyor ("map") ve bu yolla hedef alan biçimlendirilebiliyor. L&J bunlara strüktürel metaforlar diyor. "Vakit nakittir" dendiğinde zaman bir kaynak olarak kavramlaştırılabiliyor; ancak o anda zaman harcanabilir, biriktirilebilir, korunabilir, kullanılabilir veya çarçur edilebilir bir nesne halini alabiliyor. Bunu "vakit nehirdir" metaforuyla karşılaştıralım. Bu ikinci metaforu kullandığımızda zaman büyük ölçüde başka özelliklerle donanıyor, kontrolümüz dışında durmadan akan, içinde üstünde kenarında dışında yer alabildiğimiz, kapılıp içinde akabildiğimiz ya da kenarında durup gözleyebildiğimiz, sürekli dönüşen nesne halini alıyor. "Tartışma alışveriştir" dediğimizde görüşler paylaştığımız ya da değiş tokuşl ettiğimiz kaynaklara dönüşüyor. Ama "tartışma savaştır" dediğimizde istişare mücadele halini alıyor, argümanlar saldırı ve savunma araçlarına dönüşüyor, görüşlerimizi savunuyoruz, rakibimizi dağıtıyoruz, yenilgiyi kabul ediyoruz vb.
*Lakoff G & Johnson M 2003 [1980]. Metaphors we live by. The University of Chicago Press.
Bilişsel bilimler mülti-disipliner bir alan. Nörobilim, psikoloji, felsefe, hesaplama bilimleri, AI ve robotik bu alana farklı yönlerden katkı yapıyor. Bizim ise insan sonrasına giriş için kovalayacağımız ilk hat, yine bilişsel bilimler paketine katkı yapmakta olan dilbilim olacak.
1980 yılında George Lakoff [bir dilbilimci] ve Mark Johnson [bir felsefeci] "Metaphors We Live By"* diye bir kitap çıkarıyorlar. İddiaları şu:
"Primarily on the basis of linguistic evidence, we have found that most of our ordinary conceptual system is metaphorical in nature." Mwlb 4
Basitçe, 'düşünmede metaforların da bir rolü vardır işte' demiyorlar. O yüzden vurgulamak istiyorum, 'metafor sadece bir dil aracı, bir edebi oyun değildir; metafor dünya üzerine düşünmemizi sağlayan kavramsal yapıların oluşumunda kökensel bir işleve sahiptir' diyorlar:
". . . metaphor is pervasive in everyday life, not just in language but in thought and action. Our ordinary conceptual system, in terms of which we both think and act, is fundamentally metaphorical in nature." Mwlb 3
Sözgelimi, bir kavramsal alan, kaynak ("source") alan ("domain") olarak kullanılıp, başka bir alana ("target domain") haritalanıyor ("map") ve bu yolla hedef alan biçimlendirilebiliyor. L&J bunlara strüktürel metaforlar diyor. "Vakit nakittir" dendiğinde zaman bir kaynak olarak kavramlaştırılabiliyor; ancak o anda zaman harcanabilir, biriktirilebilir, korunabilir, kullanılabilir veya çarçur edilebilir bir nesne halini alabiliyor. Bunu "vakit nehirdir" metaforuyla karşılaştıralım. Bu ikinci metaforu kullandığımızda zaman büyük ölçüde başka özelliklerle donanıyor, kontrolümüz dışında durmadan akan, içinde üstünde kenarında dışında yer alabildiğimiz, kapılıp içinde akabildiğimiz ya da kenarında durup gözleyebildiğimiz, sürekli dönüşen nesne halini alıyor. "Tartışma alışveriştir" dediğimizde görüşler paylaştığımız ya da değiş tokuşl ettiğimiz kaynaklara dönüşüyor. Ama "tartışma savaştır" dediğimizde istişare mücadele halini alıyor, argümanlar saldırı ve savunma araçlarına dönüşüyor, görüşlerimizi savunuyoruz, rakibimizi dağıtıyoruz, yenilgiyi kabul ediyoruz vb.
*Lakoff G & Johnson M 2003 [1980]. Metaphors we live by. The University of Chicago Press.
4b. Ölü metaforlar ve kavram fosilleri
Ölü metafor tabiri bir dönem metaforik bir işleyişle kullanılmış [kullanılabilir olmuş] ama zamanla düz anlam niteliği kazanmış, metafor olduğu unutulmuş anlamsal yapıları adlandırıyor: sözgelimi bir zamanlar bir tarım terimi olan "kültür" kelimesi, metaforik olarak bir topluluğun yetişmesini, gelişmesini ifade etmek için kullanılmaya geçiyor, ancak bugün tüm metaforik anlamından sıyrılmış bir isim olarak işlev görüyor. Keza "digit" kelimesi latince parmak demek iken, önce fiziksel olarak, sonra giderek metaforik olarak karşılamaya geçtiği sayı basamaklarının adı haline geliyor. Dijital dediğimizde parmaksal demek istemiyoruz da doğrudan teknik anlamıyla basamaklara ayrılarak temsil edilen sayıları anlıyoruz.
Bu bakışla dilimizi bir parça incelediğimizde görmeye başlıyoruz ki dilimiz tam bir fosil bahçesi. Mezarlık demek istemiyorum, zira burada ölü olan daha ziyade metaforik işleyiş. Ölü bir metaforda artık metaforik haritalamayı gerçekleştirmiyor olsak da her ölü metafor kendi adına anlamlı olan yeni bir yapı halini almış durumda; metafor dilde anlamın icadını sağlıyor. Anlam kültüre ve dimağlara yerleştiğinde oluşmasını sağlayan vasıta tekmeleniyor.
Bunun bir diğer anlamı, kavramlar anlaşılmak için diğer kavramlara muhtaçlar. Dil, birbirine çeşitli noktalardan farklı türden hatlarla bağlanan kavramların bir keçesi; Wittgenstein'ın urganı gibi ama çok boyutlu:
"We claim that most of our normal conceptual system is metaphorically structured; that is, most concepts are partially understood in terms of other concepts. This raises an important question about the grounding of our conceptual system. Are there any concepts at all that are understood directly, without metaphor? If not, how can we understand anything at all?" Mwlb 56
Burada, farkedileceği gibi bir köken, bir genesis, bir oluşum problemi ortaya çıkıyor. Belki bugün katı ve tek yönlü [yukarıdan aşağı] bir hiyerarşi içinde anlamakta güçlük çektiğimiz bu kavram bağlantıları bir oluşum probleminin içinde sonradan gelenin önceden gelen üzerine inşa edildiği bir arkitektonik hiyerarşiye yerleşebilir. İşte "Yönelimsel metaforlar"ın önemi burda açığa çıkıyor.
Ölü metafor tabiri bir dönem metaforik bir işleyişle kullanılmış [kullanılabilir olmuş] ama zamanla düz anlam niteliği kazanmış, metafor olduğu unutulmuş anlamsal yapıları adlandırıyor: sözgelimi bir zamanlar bir tarım terimi olan "kültür" kelimesi, metaforik olarak bir topluluğun yetişmesini, gelişmesini ifade etmek için kullanılmaya geçiyor, ancak bugün tüm metaforik anlamından sıyrılmış bir isim olarak işlev görüyor. Keza "digit" kelimesi latince parmak demek iken, önce fiziksel olarak, sonra giderek metaforik olarak karşılamaya geçtiği sayı basamaklarının adı haline geliyor. Dijital dediğimizde parmaksal demek istemiyoruz da doğrudan teknik anlamıyla basamaklara ayrılarak temsil edilen sayıları anlıyoruz.
Bu bakışla dilimizi bir parça incelediğimizde görmeye başlıyoruz ki dilimiz tam bir fosil bahçesi. Mezarlık demek istemiyorum, zira burada ölü olan daha ziyade metaforik işleyiş. Ölü bir metaforda artık metaforik haritalamayı gerçekleştirmiyor olsak da her ölü metafor kendi adına anlamlı olan yeni bir yapı halini almış durumda; metafor dilde anlamın icadını sağlıyor. Anlam kültüre ve dimağlara yerleştiğinde oluşmasını sağlayan vasıta tekmeleniyor.
Bunun bir diğer anlamı, kavramlar anlaşılmak için diğer kavramlara muhtaçlar. Dil, birbirine çeşitli noktalardan farklı türden hatlarla bağlanan kavramların bir keçesi; Wittgenstein'ın urganı gibi ama çok boyutlu:
"We claim that most of our normal conceptual system is metaphorically structured; that is, most concepts are partially understood in terms of other concepts. This raises an important question about the grounding of our conceptual system. Are there any concepts at all that are understood directly, without metaphor? If not, how can we understand anything at all?" Mwlb 56
Burada, farkedileceği gibi bir köken, bir genesis, bir oluşum problemi ortaya çıkıyor. Belki bugün katı ve tek yönlü [yukarıdan aşağı] bir hiyerarşi içinde anlamakta güçlük çektiğimiz bu kavram bağlantıları bir oluşum probleminin içinde sonradan gelenin önceden gelen üzerine inşa edildiği bir arkitektonik hiyerarşiye yerleşebilir. İşte "Yönelimsel metaforlar"ın önemi burda açığa çıkıyor.
4c. Yönelimsel metaforlar ve beden
Strüktürel metaforlar bize metaforun düşünceyi zenginleştirme, yeni kavramsal alanları mevcut kavrayışlar üzerinden inşa etme rolünü gösteriyor. "Yönelimsel metaforlar" (Orientational Metaphors) (örn. aşağı-yukarı, iç-dış, ön-arka, derin-sığ, merkez-kenar) ise bizi kavram dağarcığımızın ilksel temellerine kadar indirmeyi vaadediyor. Zira L&J'a göre fiziksel olmayan, soyut kavramlaştırmalar fiziksel olanların üzerinden geliştiriliyor:
"We are not claiming that physical experience is in any way more basic than other kinds of experience, whether emotional, mental, cultural, or what-ever. All of these experiences may be just as basic as physical experiences. Rather, what we are claiming about grounding is that we typically conceptualize the nonphysical in terms of the physical—that is, we conceptualize the less clearly delineated in terms of the more clearly delineated. Consider the following examples: Harry is in the kitchen. Harry is in the Elks. Harry is in love." Mwlb 59
Konuyu biraz genişletirsek, anne, baba, yemek, alet, yürüme, koşma, vb. kökensel deneyimlerimize dair kavrayışımız kavram sistemimizin zemininde duruyor. Bunları kökensel olarak biliyor ve zihnimizde canlandırabiliyoruz, daha da önemlisi bunlar hepimiz için ortak. Keza fiziksel nesnelere dair kavramlaştırma, sadece insanların değil diğer canlıların da biliş sisteminin merkezinde yer alıyor. Bu tip ortak kavramsal araçları kullanıp dilin metafor türü yapıları sayesinde bunlar üzerinden başka deneyimleri de tarif eder, temsil eder hale geliyoruz.
Şimdi, tüm bu en temel deneyimlerimiz bedenli failler olarak, diğer bir takım bedenli fail ya da nesnelerle bir takım durumlar içinde olmamızı içeriyor. Olay kategorisinin ne olduğu belki kolay anlatılamıyor ama insan bilişi için kökensel. Biz hep olayların içindeki bedenli failleriz ve yön kavramlaştırmalarımız da kaynağını büyük ölçüde bedenimizden, bedenli oluşumuzdan alıyor:
"These spatial orientations arise from the fact that we have bodies of the sort we have and that they function as they do in our physical environment. Orientational metaphors give a concept a spatial orientation; for example, HAPPY IS UP. The fact that the concept HAPPY is oriented up leads to English expressions like "I'm feeling up today." Such metaphorical orientations are not arbitrary. They have a basis in our physical and cultural experience. Though the polar oppositions up-down, in-out, etc., are physical in nature, the orientational metaphors based on them can vary from culture to culture." Mwlb 14
Strüktürel metaforlar bize metaforun düşünceyi zenginleştirme, yeni kavramsal alanları mevcut kavrayışlar üzerinden inşa etme rolünü gösteriyor. "Yönelimsel metaforlar" (Orientational Metaphors) (örn. aşağı-yukarı, iç-dış, ön-arka, derin-sığ, merkez-kenar) ise bizi kavram dağarcığımızın ilksel temellerine kadar indirmeyi vaadediyor. Zira L&J'a göre fiziksel olmayan, soyut kavramlaştırmalar fiziksel olanların üzerinden geliştiriliyor:
"We are not claiming that physical experience is in any way more basic than other kinds of experience, whether emotional, mental, cultural, or what-ever. All of these experiences may be just as basic as physical experiences. Rather, what we are claiming about grounding is that we typically conceptualize the nonphysical in terms of the physical—that is, we conceptualize the less clearly delineated in terms of the more clearly delineated. Consider the following examples: Harry is in the kitchen. Harry is in the Elks. Harry is in love." Mwlb 59
Konuyu biraz genişletirsek, anne, baba, yemek, alet, yürüme, koşma, vb. kökensel deneyimlerimize dair kavrayışımız kavram sistemimizin zemininde duruyor. Bunları kökensel olarak biliyor ve zihnimizde canlandırabiliyoruz, daha da önemlisi bunlar hepimiz için ortak. Keza fiziksel nesnelere dair kavramlaştırma, sadece insanların değil diğer canlıların da biliş sisteminin merkezinde yer alıyor. Bu tip ortak kavramsal araçları kullanıp dilin metafor türü yapıları sayesinde bunlar üzerinden başka deneyimleri de tarif eder, temsil eder hale geliyoruz.
Şimdi, tüm bu en temel deneyimlerimiz bedenli failler olarak, diğer bir takım bedenli fail ya da nesnelerle bir takım durumlar içinde olmamızı içeriyor. Olay kategorisinin ne olduğu belki kolay anlatılamıyor ama insan bilişi için kökensel. Biz hep olayların içindeki bedenli failleriz ve yön kavramlaştırmalarımız da kaynağını büyük ölçüde bedenimizden, bedenli oluşumuzdan alıyor:
"These spatial orientations arise from the fact that we have bodies of the sort we have and that they function as they do in our physical environment. Orientational metaphors give a concept a spatial orientation; for example, HAPPY IS UP. The fact that the concept HAPPY is oriented up leads to English expressions like "I'm feeling up today." Such metaphorical orientations are not arbitrary. They have a basis in our physical and cultural experience. Though the polar oppositions up-down, in-out, etc., are physical in nature, the orientational metaphors based on them can vary from culture to culture." Mwlb 14
4d. Bedenli biliş
3. maddede bahsettiğim paradigma dönüşümünün önemli bir yönü bedenin bilmedeki rolünün kabul edilmesi oluyor. Bilişsel bilimlerde "bedenli biliş", "durum içinde biliş" gibi kavramlar açığa çıkıyor. Buraya kadar olan kısmı ise bu tip kendinden açık görünen ifadelerin neden önemli olduğuna işaret edebilmek için not etmem gerekti. Biliş bir zaman bedenden ve hatta tümüyle maddeden ayrı görülmüş olmalıydı ki bedenli biliş anlamlı bir ifade olabilsin.
Dikkat edilecek olursa biliş bedene bağlandığında tanrısal kökeninden de sıyrılıyor. Artık dünyevi kaynaklar içinde açığa çıkan, orada açığa çıkması zorunlu olan, hatta o koşullar içinde oluşumu açıklanabilen, spesifik bir perspektife bağımlı ve o oluşum ve perspektif ile sınırlı [bkz. Niçe], tanrısal bir bakışı üstlenmesi mümkün olmayan, büyüsü bozulmuş ve ilahi yönü kalmamış bir "mekanizma"ya dönüşebiliyor. [Belki o yüzden Deleuze ve Guattari zihni bir makinalar çoklusu olarak tariflemek istiyorlar?]
Bilişin bedenlenmesini bir diğer yönü bilişin mekanlanması oluyor. Platon ve Descartes'ın, hatta erken yapay zekanın mekansız bilişi modern paradigmada hep mekan içinde yer almanın da ötesinde, kendisi de ancak mekan üzerinden gerçekleşebilen bir yapıya dönüşüyor. Her ne kadar kodun soyut bir yapı olduğu hala yaygın kabul görse de en azından uygulama düzeyinde beynimizin bir mekana yayıldığı gittikçe daha iyi anlaşılıyor. Dahası sadece kendi sinir sistemimizin mekansal yayılımı üzerinden de bilemediğimiz, sinir sistemimizin dışında, ek mekansal verilere, yardımcılara ihtiyaç duyduğumuz, özetle her an her durumda bir çevre ile etkileşim halinde olarak öğrenip bildiğimiz anlaşılıyor. Bu kavrayışa da zihnin uzanışı dendi [the extended mind / genişlemiş zihin] ve bunun da kendi ile ilgili sonuçları var:
"What, finally, of the self? Does the extended mind imply an extended self? It seems so. Most of us already accept that the self outstrips the boundaries of consciousness; my dispositional beliefs, for example, constitute in some deep sense part of who I am. If so, then these boundaries may also fall beyond the skin. The information in Otto's notebook, for example, is a central part of his identity as a cognitive agent. What this comes to is that Otto himself is best regarded as an extended system, a coupling of biological organism and external resources. To consistently resist this conclusion, we would have to shrink the self into a mere bundle of occurrent states, severely threatening its deep psychological continuity. Far better to take the broader view, and see agents themselves as spread into the world."*
* Clark, A & Chalmers D 1998. The Extended Mind. Analysis, 58: 7–19.
3. maddede bahsettiğim paradigma dönüşümünün önemli bir yönü bedenin bilmedeki rolünün kabul edilmesi oluyor. Bilişsel bilimlerde "bedenli biliş", "durum içinde biliş" gibi kavramlar açığa çıkıyor. Buraya kadar olan kısmı ise bu tip kendinden açık görünen ifadelerin neden önemli olduğuna işaret edebilmek için not etmem gerekti. Biliş bir zaman bedenden ve hatta tümüyle maddeden ayrı görülmüş olmalıydı ki bedenli biliş anlamlı bir ifade olabilsin.
Dikkat edilecek olursa biliş bedene bağlandığında tanrısal kökeninden de sıyrılıyor. Artık dünyevi kaynaklar içinde açığa çıkan, orada açığa çıkması zorunlu olan, hatta o koşullar içinde oluşumu açıklanabilen, spesifik bir perspektife bağımlı ve o oluşum ve perspektif ile sınırlı [bkz. Niçe], tanrısal bir bakışı üstlenmesi mümkün olmayan, büyüsü bozulmuş ve ilahi yönü kalmamış bir "mekanizma"ya dönüşebiliyor. [Belki o yüzden Deleuze ve Guattari zihni bir makinalar çoklusu olarak tariflemek istiyorlar?]
Bilişin bedenlenmesini bir diğer yönü bilişin mekanlanması oluyor. Platon ve Descartes'ın, hatta erken yapay zekanın mekansız bilişi modern paradigmada hep mekan içinde yer almanın da ötesinde, kendisi de ancak mekan üzerinden gerçekleşebilen bir yapıya dönüşüyor. Her ne kadar kodun soyut bir yapı olduğu hala yaygın kabul görse de en azından uygulama düzeyinde beynimizin bir mekana yayıldığı gittikçe daha iyi anlaşılıyor. Dahası sadece kendi sinir sistemimizin mekansal yayılımı üzerinden de bilemediğimiz, sinir sistemimizin dışında, ek mekansal verilere, yardımcılara ihtiyaç duyduğumuz, özetle her an her durumda bir çevre ile etkileşim halinde olarak öğrenip bildiğimiz anlaşılıyor. Bu kavrayışa da zihnin uzanışı dendi [the extended mind / genişlemiş zihin] ve bunun da kendi ile ilgili sonuçları var:
"What, finally, of the self? Does the extended mind imply an extended self? It seems so. Most of us already accept that the self outstrips the boundaries of consciousness; my dispositional beliefs, for example, constitute in some deep sense part of who I am. If so, then these boundaries may also fall beyond the skin. The information in Otto's notebook, for example, is a central part of his identity as a cognitive agent. What this comes to is that Otto himself is best regarded as an extended system, a coupling of biological organism and external resources. To consistently resist this conclusion, we would have to shrink the self into a mere bundle of occurrent states, severely threatening its deep psychological continuity. Far better to take the broader view, and see agents themselves as spread into the world."*
* Clark, A & Chalmers D 1998. The Extended Mind. Analysis, 58: 7–19.
4e. Ben ve kendim
Lakoff ve Johnson metaforlarla ilgili araştırmalarını sürdürüyor ve bir seri kitap daha yayınlıyorlar. Bunlardan en önemlisi "Philosophy in the Flesh".*
PitF'de L&J ilk kitaplarındaki verilerine bir seri yeni analiz ekliyorlar ve tartışmalarını tüm felsefe geleneğini bir elden geçirecek şekilde genişletiyorlar. Derin olmaktan ziyade çok kapsamlı bir tartışma bu ve bedenli bir bilişin felsefe geleneğini altüst etmesi gerektiğini gümbür gümbür ortaya koyuyor. 2000 yılı, 3 aşağı 5 yukarı, artık, en azından zihin, biliş, bilme ve akıl açısından yeni bir felsefi paradigma içinde olduğumuzun anlaşıldığı bir eşik. Ondan öncesi ilk tartışmalar, sarsıntılar, kapışmalar vb. .. 2000'lerle birlikte görüyoruz ki artık eski paradigmayı savunmak, orada hareket etmek mümkün değil.
Ben de bir zaman PitF'deki özne, kendi, ben, zaman, özdeşlik'le ilgili metafor analizlerini diyagramlarla özetlemiştim, buraya onları koyacağım şimdi. Bu kavramların da metaforik bir oluşumu var ve bunları da bağlı oldukları metaforik haritalamalar yönetiyor, şekillendiriyor.. Bunları anlamak için, çözümlemek için bir araç da o zaman metaforik analizler oluyor.
Örneğin bu analizlerden çıkan en temel bulgulardan biri kendi ile ilgili kavramsal yapılarımızın özne olarak ben ile ilgili bakışımızdan farklı olduğu, bu iki kavramsallaştırmanın yer yer uzlaşmaz oldukları, ama ikisine de sahip olduğumuz ve yeri geldiğinde birini ya da diğerini kullanabildiğimiz [bu basitçe bir sandalye egzersizi değil, empirik araştırmalara dayanıyor, insanlar kendilerini bu iki form altında anlayıp ifade ediyorlarmış gerçekten de].
[üzerine tıklandığında büyük imaj açılıyor, açıklamaları zaman içinde ekleyeceğim.]
*Lakoff, G & Johnson M 1999. Philosophy in the Flesh: The Embodied Mind and Its Challenge to Western Thought. Basic books.
Lakoff ve Johnson metaforlarla ilgili araştırmalarını sürdürüyor ve bir seri kitap daha yayınlıyorlar. Bunlardan en önemlisi "Philosophy in the Flesh".*
PitF'de L&J ilk kitaplarındaki verilerine bir seri yeni analiz ekliyorlar ve tartışmalarını tüm felsefe geleneğini bir elden geçirecek şekilde genişletiyorlar. Derin olmaktan ziyade çok kapsamlı bir tartışma bu ve bedenli bir bilişin felsefe geleneğini altüst etmesi gerektiğini gümbür gümbür ortaya koyuyor. 2000 yılı, 3 aşağı 5 yukarı, artık, en azından zihin, biliş, bilme ve akıl açısından yeni bir felsefi paradigma içinde olduğumuzun anlaşıldığı bir eşik. Ondan öncesi ilk tartışmalar, sarsıntılar, kapışmalar vb. .. 2000'lerle birlikte görüyoruz ki artık eski paradigmayı savunmak, orada hareket etmek mümkün değil.
Ben de bir zaman PitF'deki özne, kendi, ben, zaman, özdeşlik'le ilgili metafor analizlerini diyagramlarla özetlemiştim, buraya onları koyacağım şimdi. Bu kavramların da metaforik bir oluşumu var ve bunları da bağlı oldukları metaforik haritalamalar yönetiyor, şekillendiriyor.. Bunları anlamak için, çözümlemek için bir araç da o zaman metaforik analizler oluyor.
Örneğin bu analizlerden çıkan en temel bulgulardan biri kendi ile ilgili kavramsal yapılarımızın özne olarak ben ile ilgili bakışımızdan farklı olduğu, bu iki kavramsallaştırmanın yer yer uzlaşmaz oldukları, ama ikisine de sahip olduğumuz ve yeri geldiğinde birini ya da diğerini kullanabildiğimiz [bu basitçe bir sandalye egzersizi değil, empirik araştırmalara dayanıyor, insanlar kendilerini bu iki form altında anlayıp ifade ediyorlarmış gerçekten de].
[üzerine tıklandığında büyük imaj açılıyor, açıklamaları zaman içinde ekleyeceğim.]
*Lakoff, G & Johnson M 1999. Philosophy in the Flesh: The Embodied Mind and Its Challenge to Western Thought. Basic books.