Wednesday, July 30, 2014

ü.

<14.06.012>  döverler:
bu paketi tuhaf biçimde harvey ile açacım. harvey'in bu konuda basılmış bir semineri var. aslında, harvey'e kadar, ütopya, o kadar popüler bir konu halinde ki, bir etkinlik düzenleyen, bir kitap yazan, bir blog açan birileri o işin içine ütopya katıştırmazsa döverler. hele de mimarsan kimse affetmez, anlaşılan o. ütopyanın distopyaya dönüşümü, outopya ve eutopya varyantları, bir edebi janr olarak ütopya, modernist ütopya, neo-modernist ütopik kurgular ve eleştirel ütopyalar, bunlar popüler olduğu halde benim de ilgimi çekmeye devam ediyorlar. esasında ben bir ara burada bookchin'in ütopyacı diyalog ile ilgili pasajını da tartışacağım sanıyorum. ve hep yuvaya dönmek ve bolo bolo gibi adlarını sürekli gevelediğim bazı ütopik anlatıların incelemesi için de zaman gelecek. daha eskilerden owen ilgimizi celbedecek ve bol bol vaktim olursa saint simon ve fourier'ye neden girişmeyelim. (zannetmiyorum ki girişelim). ütopyanın tüm varyantlarını 60-75 arası mimarlığında sınırlayıp anlamak isterdim aslında, ama ütopyanın, her türüyle, hiç görülmedik ölçülerde, gündelik pratiğin içine yedirildiği bugünlerde, güncel tavırlar üzerinden tartışmayı zenginleştirmeyeni de... [ben paketi açıyorum, gerisi önümüzdeki yıllar boyunca sakince...]
<02.10.012>  mekan-zamansal bir ütopyacılık peşinde harvey

*David Harvey, Possible Urban Worlds, The Fourth Megacities lecture
(16 November 2000), Colofon. 

"mekan-zamansal", zira harvey önce mevcut ütopyaları mekansal ve sürece dayalı ütopyalar olarak ikiye ayırıyor, onları eleştiriyor ve bir tür aufhebung olarak mekan-zamansal bir diyalektik ütopyacılık öneriyor. diyalektik, zira harvey bu ütopyacılığı mevcut mekan-zamansal süreçler ve bunların içsel çelişkilerinden kaynağını alacak bir pratik olarak düşünüyor; her birimiz geleceği kurgulayan ve yaratan birer mimar olarak ve sosyal mekan-zamana konumlanmışlığımızdan hareketle böylesi bir faaliyete katılabiliyoruz. mevcut süreçlere konumlanıyoruz -ve onları bir kenara bırakıp hayali bir evreni yoktan üretmeye yönelmiyoruz- zira evrimin bizi içine attığı temel mekanizmaları yoksayarak bu dönüştürme faaliyetimizde başarılı olamıyoruz (bu mekanizmalar: rekabet, işbirliği, çeşitlenme, zamansal yeniden düzenlenmeler ve çevrenin dönüşümleri); mesela 50ler ve 60ların kentsel hareketlerinin başarısızlığını rekabet ilkesini ihlal etmelerine dayandırıyor, sanki herşey kollektivizm üzerinden çözülebilecekmiş gibi, diyor. fakat yine de, unger'den alıntılayarak öne sürüyor ki, eğer toplum hayal edilmiş ve üretilmişse, onun yeniden hayal edilip yeniden üretilmesi de mümkündür. mucizevi olmayan bir diyalektik ütopyacılık, bütüncül bir çözüm üreterek değil, entelektüel, eleştirel ve hayalci güçlerimizi biraraya getirdiğimiz bir an üreterek, olanağa, mevcut olandan daha güçlü bir basınç kazandırmalı (p81) ve bu hayalciliğe itibarını geri kazandıracak pratiğin olanağı da mükemmelen spekülatif bir sistem olan kapitalizmin tam göbeğinde bulunuyor (p91).

kabaca özetlenirse, harvey ayakları kendi gününe basan, pragmatik ve eylem tabanlı bir tür ütopyacılık tariflemeye çalışıyor. insan bu noktada ütopya tabirinin anlamının biraz fazla genişletildiğini düşünmeden edemiyor. (ütopyayı sadece belirli bir edebi tür olarak mı ele alsam diye bile düşünüyorum bazen.) zira, esasında, bu tarif ütopyacılığı değil toplumsal aktivizmi anlatıyor. ve ama bu duruma razı olmak gerekiyor, sadece mevcut toplumdan daha iyisini hayal etmenin her türü değil, mevcut toplumun nasıl işlediğine dair her tür iyimser kurgu da ütopya başlığı altına yerleştirilebiliyor.

kısaca mekansal ve zamansal gruplardaki ütopyalara yönelik eleştirileri de buraya not edeyim. mekansal ütopyalar bir takım tarihsel güçleri stabilize etmek ve kontrol etmek üzere kurgulanıyorlar ve zamanı ortadan kaldıran bir tür ölü kentsel biçimsellik üzerinden anlatılıyorlar. ancak bu tarihsel güçler bu ütopyaların üretilmesi için harekete geçirilmesi gereken güçlerin ta kendileri (p71). ütopyanın gerçekleştirilmesi sürecinde, tarihsel süreç mekansal biçimin kontrolünü ele alıyor, oysaki tam tersine kastedilmişti.

p27 "The difficulty with so-called “high modernism” and the city was not its “totalizing” vision, but its persistent habit of privileging things and spatial forms over social processes. It presumed that social engineering could be accomplished through the engineering of physical form. This is, as Marin (1984) shows, the fundamental posture of all classical forms of utopianism (beginning with Sir Thomas More): they in effect propose a fixed spatial order that ensures social stability by destroying the possibility of history and containing all processes within a fixed spatial frame."

bunun karşısında, özgürleşmeci politika, sürecin yaşayan ütopyacılığını talep ediyor (p49); marx, hegel ya da serbest pazarcılık... fakat bir süreç ütopyacılığının ete kemiğe bürünmesi spesifik bir mevkide yere inmesiyle mümkün oluyor, içinde işleyebileceği bir mekansallık üretmesi gerekiyor ve bu mekansallaşmanın tarzı kritik önemde (p75). metin oldukça detaylı ve incelenmeyi hakediyor. ben şimdi şu iki alıntıyla bu uzunca notu kesiyorum:

p30 "understanding urbanization is integral to understanding political-economic, social, and cultural processes and problems. But this is true only if we consider urbanization as a process (or, more accurately, a multiplicity of processes) producing a distinctive mix of spatialised permanences in relation to each other. The idea that a thing called the city has causal powers in relation to social life is untenable. Yet the material embeddedness of spatial structures created in the course of urbanization are in persistent tension with the fluidity of social processes, such as capital accumulation and social reproduction. Instanciating social relations through the transformation of material environments makes it hard to change either. Thus do the inherently sclerotic qualities of the things we call cities, coupled with the sclerosis that often reigns in planners’ heads, effectively check the possibilities of evolving a different urbanization process." 

p31 "The problem is to enlist in the struggle to advance a more socially just and politically emancipatory mix of spatio-temporal production processes rather than acquiesce to those imposed by finance capital, the world bank and the generally class-bound inequalities internalised within any system of uncontrolled capital accumulation. Fortunately, the latter powers, however hegemonic they may be, can never entirely control urbanization (let alone the discursive and imaginary space with which thinking about the city is always associated). Intensifying contradictions within a rapidly accelerating and often uncontrolled urbanization process create all sorts of interstitial spaces in which all sorts of liberatory and emancipatory possibilities can flourish."
<02.10.012>  ebediyen genç
1. Twin Oaks, 1967'de Virginia'da (ABD?) oluşturulmuş bir gönüllü topluluk (intentional community). bu gönüllü topluluklar bir tür yaşayan ütopya deneyi gibi görülüyor ve ikiz meşeler de en ünlü ve uzun ömürlü ve sağlıklı olduğu varsayılan örneklerden biri. bu topluluklar çoğunlukla kapitalist ekonomiye kendine has biçimlerde eklemleniyorlar. kendi içlerinde ise eşitliğe, gönüllülüğe ve başka hangi değeri ön plana çıkarıyorlarsa o değerlere ağırlık veren bir yapıları oluyor. dışarıdan çeşitli şekillerde içeriye para aktaranlar olduğu gibi büyük ölçüde kendi üretimleri üzerinden geçinenleri de var. bu haliyle Owencıların deneyimlerini hatırlatıyorlar. bunlar çalışmanın ortadan kaldırıldığı yerler değil, belki yeniden örgütlendiği ve kapitalist ekonomide her zaman ücretlendirilmeyen işlerin de işten sayıldığı yerler.. ve bazıları, içinde yeraldıkları daha geniş topluluklara da çeşitli hizmetler sunuyorlar (şu link takip edilirse ziyadesiyle şaşırılabilir: ic.org).

şimdi, Hilke Kuhlmann'ın bir yazısı* İkiz Meşeler özelinde ilk bakışta görülmeyen bazı sorunlara işaret etmeyi hedefliyor. mesela eşitlikçiliğin haksızlığa ve kaytarmacılığa ne kadar çabuk dönüştüğünden dem vuruyor. şimdi ilk anda kaytarmacılığı tembellik hakkı zemininde ele alarak ne var yani bunda diye tepki gösteriyoruz. herkes kaytarsın, sen de kaytar ben de kaytarayım, hepimiz kaytaralım.. ona göre bir denge tutturur gideriz, nasolsa derdimiz karlılık değil, bir arada güzel bir hayat sürmek. fakat tuhaf bir şekile, eşitsizlik ve haksızlık algısı bu topluluklarda yaşayan insanları bir noktada topluluğa yabancılaştırıyor. ve tabii esasında tek yaptıkları çalışmak -dışarıda yaşasalar da öyle olacaktı. ve ama o zaman insan tatminini de o çalışmadan, ortaya koyduklarından alacaktır bu durumda. temel faaliyetin ne ise ondan dolayı kendini anlamlandıracaksın. fakat sen işini iyi yapmaya çalıştığın zaman bir tür cezalandırmaya uğruyorsun, ne yaptığının hiç önemi yok, sadece kaç saat çalıştığına bakılıyor. yanındaki yoldaş elinin ucuyla işleri öylesine götürürken sen görev duygusuyla topluluğu sırtlanmaya çalışıyor gibisin. ve yaptığın iş de genelde vasıfsız bir iş. şimdi burda iki konuyu birbirine karıştırarak anlattım, zira aynı süreçte ortaya çıkıyor: 1. hayatta yaptıklarının sana bir tatmin sunması için bir yerde bir meydan okuma ve kendini-aşma içermesi lazım. 2. adaletsizlik duygusu içten gelen bir rahatsızlığa yol açıyor, katlanamıyoruz, hele bir de eşitlik uğruna ortaya çıkıyorsa.

bu ahval içinde, Kuhlmann İkiz Meşeler topluluğunun görece başarılı olabilmesini değişim içinde bir süreklilik kurabilme başarısına bağlıyor: yani üyeler sürekli değişiyor, insanlar hevesle topluluğa katılıyor, sistem onları derhal enterne ediyor, ortalıkta çalışmanın faziletlerini sürekli yücelten bir tür prolet-kült dolanıyor ve ama kısa zamanda ilüzyon dağılıyor ve topluluktan ayrılınıyor. sorun değil, derhal yeni üyeler geliyor, bu şekilde, topluluk ruhu bireylerde devam etmiyor ama topluluğun mekanizması kendi sürekliliğini sağlıyor. bir tür "topluluğun buket / bundle teorisi"... katılımcılar kendileri için çalışmış olmuyor da, bütünün devamı için çalışmış oluyor. neyse o kadar kötümser olmaya gerek yok, kısa süreliğine de olsa olumlu bir tecrübe yaşanıyormuş.
[ve şimdi bir önceki paketçikte Harvey'in rekabetçiliğin gereğine getirdiği vurguyu hatırlayalım. saf bir kolektivizm ve kaba bir eşitlikçilik tuhaf biçimde tersine dönerken, esasında kaba biçimlerinde tadımızı kaçıran rekabetçilik insanın hayatına anlam da katabilen bir mekanizma olarak ortaya çıkıyor. ve belki bu yüzden ütopyalar uygulamalı olmalı, masa başındayken işlerin böyle tersine dönebileceğini nasıl tahmin edebilirsin?]

*Hilke Kuhlmann, The Illusion of Permanence: Work Motivation and Membership Turnover at Twin Oaks Community, in Goodwin, B. (Ed.), The Philosophy of Utopia, Routledge, 2007, (2001) pp157-171

2. Constant'ın Yeni Babil adlı bitimsiz eğlence dünyası fena halde sıkıcı olsa gerektir. bu kentin tek sakini göçmendir. evler ve kalıcı toplumsal bağlılıklar buharlaşmıştır. ebediyen genç kalan işsiz-güçsüzler atmosfer-üreteci kentin kaleydoskopik ve klostrofobik kapalı mekanında sonsuza dek dolanmaya mahkum edilmiştir. bu labirentin hiç bir noktasında özgürleştirici bir minotor bulunmaz. dolayısıyla sistemin hücrelerini yenileyerek hayatiyetini baki kılması da mümkün olmayacaktır. göçmenler sıkıntı yüzünden beyaza çalan zombilere dönüşmüştür. çeşitlilikte aynılaşan sokaklarında ve mekanlarında kentin bir damla daha eğlence salgılayabilmesi için daha çok beyin gerekmektedir. fakat muhtemelen son profesyonel durumcu da bekçi kulübesinde sessizce ölüp gitmişti.

İkiz Meşeler'in devamlılığı heveslilik anlamında genç kalan katılımcılarına, yani turistlere bağlı. hevesleri yaşlananlar topluluktan ayrılıyorlar. fakat bitmeyen bir gençlik avant-garde'ın dimağında hep ayrıcalıklı yerini korumuştur. ebediyen genç kalmak deyince ise aklıma gençleri imgesinin peşine katan bir rock yıldızı geliyor. birlikte dağın arkasına gideceklerdi. ve popüler kültürün kaleydoskopik dönüşümleri, imajların, modaların ve tüketilen eserlerin yoğun kıvamlı akışı Yeni Babilcil bir sıkıntı evrenine bizi hapsetmeye çalışmıştır. hapsolmuş olabilirdik.

tüm bunların karşısında Lefebvre'in Gündelik Hayatın Eleştirisi'nde apansız karşımıza çıkardığı kırsal şenlik sahnesi duruyor. taşra hayatından bir gün.

[imdi, misal ben, bir ademoğlu, bu kırsal günü büyük kentte tekrar tekrar kuragelmek için belli bir direngenlik arzediyorum. marullarımı topluyorum, maydonozlarımı yaprak bitlerinden kurtarıyorum, kitabımı okurken şezlongumda güneşleniyorum, arkadaşlarımı ağırlıyorum, yemek yapıyorum, turşu kuruyorum ve mesele ettiğim neyse onun peşindeyim. hayatım çılgıncasına dönüşüp durmuyor. bir seri mekansal, cisimsel, davranışsal ve fikri süreklilik keyfimi mümkün kılıyor. sakin bir mikro-göçmenlik içindeyim, mekansal, cisimsel, davranışsal ve fikri mikro-dönüşümler boyunca.]
<24.10.012>  mekan pratiğinin bazı çatışma hatları:
ü. konusunun her yönden birbirine bağlanan temalar çapraşığına bombalama atlamadan önce meselenin mimarlık kültürü boyutuna dair biriki giriş notu yazayım dedim. bu not Christopher Alexander hakkında. mimarlık eğitiminden sonra matematik alanına kayan, esasında hep mekan pratiği üzerine yazan ama hesaplama / bilgisayar bilimleri tarafından evlat edinilen, tasarım kuramlarının tarihinde adından hep bahsedilen ama üzerine pek de konuşulmayan bu bey, esasında halen yaşıyor ve yakın zamanlarda (2002-2004) The Nature of Order diye dört ciltlik bir eser yayınladı. ve bu beyin aslında ilginç bir düşünsel serüveni var. başlangıçta mekan üretimini oldukça kuru ve teknik yönlerinden ele alan metodolojiler üretmeye çalışırken, bu yöntemleri bir Hint köyüne uygulama denemesinde sergilediği hassasiyet (1964)... sonra yöntemini daha entegre ve bütüncül bir noktaya taşıyan ve belki daha uygulanabilir görünmesini sağlayan Pattern Language (1967) hamlesi ve bunun teorisini kurgulayan The Timeless Way of Building (1979) ile kırsal ve geleneksel bir duyarlığın savunuculuğuna demir atışı... Alexander'ın mimarlık pratiğini (aynı anda hem mimarlığın nasıl yapıldığını, mekanların nasıl üretildiğini ve o mekanların kendisini) dönüştürmeye adanmış akademik üretimi üzerinden 20.yy'ın tamamına yayılmış gelenekçi ve yenilikçi, hümanist ve anti-hümanist kamplaşmalara dair çeşitli tartışma hatları serilebilirdi.

esasında bu pattern kavramı bana hep pek önemli görünmüştür. ama pattern language, yani mimarlığın bir üretken grameri düşüncesi, tek başına, tasarım sürecini açıklamak ya da yeniden üretmek için yeterli değil. bir pattern, bir tür mekansal meme olarak düşünülebilir. ve iş yapmaya dair bir meme olarak da düşünülebilir. ikisi aynı anda düşünülüyor da olabilir. ve bu kavramı sadece hümanist, insan-merkezci, gelenekçi ve quasi-mistik bir alana sınırlandırmak durumunda da değiliz (Alexander ama öyle yapıyor gibi görünüyor). öte yandan kendin-yapçı duyarlık ve pratik de bu insan-merkezci, gelenekçi ve quasi-mistik olanla o kadar iyi üstüste çakışıyor ki pek çok zaman, kendin-yapçılık bu patternler memetiğinin bir uygulaması olarak da tariflenebilirdi. şimdi, hümanist - anti-hümanist ve gelenekçi - yenilikçi tartışmaları mimari modernizmin ütopyalarının teşkili ve eleştirisinde merkezi önemde. her ne kadar benim temel ilgi alanım modernist ütopyacılık denen alan değilse de, temel ilgili alanımın modernist ütopyacılıktan ne anlamda farklı olduğunu ve ne anlamda onun devamı olduğunu ortaya koymak benim için önem arzetmeye devam ediyor.
<06.03.013>  ütopya yetmezliği ve gündelik hayat:
bir gündelik hayat kavramı kendin-yapçı mikromimarlıklarla doğrudan bağlantılı değil midir? ve kendin-yapçı mimarlığın bizim anladığımız bildiğimiz mimarlıkla ilgisi var mı? mini taktiklerin ince dokulu karmaşık ve hareketli coğrafyası ütopyanın ya da mimarlığın kalın hatlı pratiğiyle üstüste çakışabilir mi? cevaplarım olumsuz. referanslar, lefebvre, vaneigem ve de certeau. her durumda, bu ilginç bir hat. mikrogöçmenlikler, mikromimarlıklar, mikroetkinlikler. .
<30.07.014>  ütopyanın romanları:
ütopya edebiyatının pek ünlü 3 metnini karşılaştırmaya değer. zira bunlar belki insan ruhunun bazı ezeli hatlarını açığa seriyor olabilirler. bunların ilki, edward bellamy'nin looking backwards'ı. bir amerikan romanı.. belki samuel butler'ın viktorya dönemi ingilteresi'ne yönelik bir taşlama mahiyetindeki fantezisi erewhon'dan bir miktar esinlenmiş olabilir.. ama bu bir ütopya. bir taşlama değil. bir odada uyuyakalan, orada unutulan ve yüz yıl sonra yeniden uyandırılan bir adamın gelecekteki hayatın harikaları arasında mest olmakla kalmadığı, bir de, roman kitlelere daha çekici gelsin diye herhalde, geçmişteki sevgilisinin handiyse aynını gelecekte de bulduğu (ki bunlar hep rasyonalize edilmiş), ütopyanın kaymaklısı bir kitap. oldukça da yankı uyandırmış döneminde, pek çok cemiyet kurulmuş bu gelecek vizyonunu gerçeğe taşımak için. zira tarihin bir yerinde, insanlar bu yeni düzenin daha rasyonel olduğunu anlıyorlar ve bilinçli bir şekilde tarihin dümenini çeviriyorlar, ütopya dediğin şey öyle işliyor. kendini doğrulayan kehanet... bellamy'nin yeni ülkesi geride bıraktığı yaşantının tüm tatsızlıklarını altetmeyi başarıyor (mesela çamur nedir bilmeyen üstü kapanıp açılabilir sokaklar).. bir endüstri ordusunun parçası olarak (düz anlamında, gençliğinizi ordu modelinde örgütlenmiş bir çalışanlar organizasyonunun parçası olarak yaşıyorsunuz) ve bu sayede günde görece kısa bir süre çalışarak topluma karşı bir bedel ödedikten sonra genç sayılabilecek yaşta emekli olup, kendinizi sanata, edebiyata, müziğe, vd. verebiliyorsunuz. sosyal hayat da son derece merkeziyetçi, organize ve verimli. ortak yemekhanelerde yemek yiyor, ülkenin her yerinde aynı olan malları ülkenin her yerinde aynı olan showroom'lardan sipariş edip, ülkenin her yanına çok hızlı mal eriştiren bir aktarma bandından bir iki gün içinde teslim alıyor, dev konut bloklarında yaşıyor, merkezi odalarda konserler izliyor, ya da inanın ya da inanmayın merkezi sistemden istediğiniz programı, mesela pazar vaazını canlı olarak dinleyebiliyorsunuz. kayıt dinleyemiyorsunuz. çünkü kayıt yok. sadece telefon teknolojisine dayalı iletişim var. anahtar kelimeler: endüstri, merkeziyetçilik, ordu, organizasyon, teknik akıl, teknokrasi, verimlilik, adalet, eşitlik. sosyalist düşüncenin büyük bir bulvarını kapsıyor bu ütopya ve kim söyleyebilir 20. yy boyunca devasa deneylere konu olmadığını? devletçilik adı altında bir kenara atılmadan önce..
sosyalist düşüncenin alternatif bulvarını da, boylu boyunca, william morris katediyor. news from nowhere, bir tarafta morris'in zanaatlere, el işçiliğine, güzel insanlara, gösterişli ve süslü giysilere ve genel olarak ince zevklere duyduğu ilgiyi bolca açığa vururken, hayatı daha da yaşanır kılacak önemli konuların yanında, londra ve çevresini o endüstriyel ve karanlık 19. yy'dan alıp post değil pre-endüstriyel, kırsal bir dokuya yeniden kavuşturuyor. sabah kalkınca thames'de yüzüyorsunuz ve ordaki bir kayıkçının işi insanları thames'de gezdirmekmiş, para da almıyor, yine bir tür ortak toplumsal sistem var ama yönetim merkezi yok, bu ademimerkeziyetçi kır hayatında insanların derdi çalışmak zorunluluğu değil yapacak iş bulamamak. temel faaliyet tarım ve gündelik işler ve onun ötesinde herkes kendini hobi zenaatçiliğine öylesine kaptırmış ki soylulara layık bir incelik içinde yaşanıyor güneşli ve tertemiz ingiltere kırları. yine anlatıcı adamın güzel kadınlarla münasebetleri roman boyunca dokunmuş.. tabii bu roman özgürlükçü, kırsalcı (endüstriyel karşıtı) ve anarşist bir sosyalizmi tam da bellamy'ye yanıt olsun diye ortaya seriyor ve edebi olarak daha başarılı. ve doğruya doğru, dünyası da daha güzel ve gerçek. ve bugün hala gerek beyaz yakalımızda, gerek anarşistmizde, gerek ekolojistimizde, gerekse özgürlükçü sosyalistimizde, kentten ve baskıdan ve gündelik hayatın anlamsızlığından sıkılan her bireyimizde karşılığını bulan derinden bir ah çekme halinin güzel bir ifadesini kağıda döküyor.

üçüncü kitap, davranışçı ütopya, b.f. skinner'ın walden two'su. bir deneyi anlatıyor, ismini aldığı thoreau'nun walden'ı gibi. tabi walden gerçek bir deneydi, iki yıl iki ay ve iki gün de sürmüş olsa, ve aslında medeniyetten 3 km uzakta da olsa ve aslında thoreau'nun gerçek evinin yakınında da olsa ve aslında artık o dönemde vazgeçtiği nasıl bir sosyal hayat ve nasıl bir yaşantı idiyse anlaşılan yaşadığı normal hayattan pek farklı olmasa da ve aslında izole falan da olmadığı halde gerçek bir deneydi işte. her şeyi yalan olan bu gerçek deneye, her şeyi davranışçı bilimin "cutting edge" buluşlarına dayanma iddiasında olan hayali bir sosyal deneyle, bir kaç bin kişinin 10 yılda inşa ettikleri uyum içindeki mutlu ve amerkan kırsalında şubeler açmaya başlayan bir walden 2 ile karşılık veriyor, tam bir üst düzey amerikan akademiki olan ve hayatında kampüsten çıkmamış gibi bir hali olan ukala skinner. (bu üçlü arasında bir tür elitist ukalalığı olmayan bir bellamy var, döneminin ortalama beyaz yakalısı olmalı (romancılığa gazetecilikten geçiyor kendisi), zaten 3 kitap da zaman içinde klasikler haline gelse de en çok onun--tam manasiyle ortalama insana hitap eden--kitabı satıyor. patlıyor da denebilir.)
skinner, iyi bir bilim insanı olarak, walden 2'sine farklı gruplardan seçilmiş bir örneklemi gözlemciler olarak davet ediyor. eh tabii ki dağılımda ilgisizi de var, ilgilisi de, şüphecisi de var, olumlusu da.. herkes kendi ruhu içinden bu yaşayan ütopyaya inanıyor ya da inanmıyor. ama kitabın ilginç bir yönü, bu yaşananın bir gerçek olduğunun roman kahramanlarına tekrar tekrar vurgulanması. sanki okurken bu deneyin gerçekten yaşandığına inanmamız gerekiyor. sanki bu gerçek bir anı kitabı. ama bu bir roman. eh, walden 2 bir sosyal psikoloji uygulaması, aynı zamanda bir araştırma alanı. insanlar üzerinde yapılan gözlem ve deneylerden elde edilen bilgi yine insanların davranışlarını hissettirmeden yönlendirmek için kullanılıyor. belki skinner bu bilgi birikiminin çoktan, en azından deneye başlamaya yetecek kadar bir kısmını, bizzat laboratuvarda ortaya koyduğunu düşünüyordu da ondan bu şekilde yazıyordu... öyle ise tam akademik tavrı. ama bakalım gerçek bir toplumsal deneye ölçeklenebilecek miydi bu laboratuvar birikimi? hah, skinner'ın da görmek istediği tam olarak buydu. romanda kendisini hem olumlu gözlemci hem de deneyin başlatıcısı ve merkezi karakteri rolünde görevlendirmiş. ve anlıyorsunuz ki, derdi mutlu toplumdan önce akademik araştırma hattının önüne serdiğini düşündüğü ufka doğru ilerlemek. büyük hırsı bu... bebeklikten itibaren giriyorsunuz bu kontrol mekanizmasına ve mutlu, uyumlu dolayısıyla özgür bir birey olarak yaşayıp gidiyorsunuz. hani bir de aldous huxley'in brave new world'ünü düşünün, eutopya mıdır, distopya mıdır anlaşılmaz ama esasında herkes mutludur işte. orjiler, mutluluk veren uyuşturucu.. herkes mutludur. yeri gelmişken not edeyim, huxley'in ada'sı eutopyadır, öyle bilinir ama onun da anlaşılmaz eutopya mı distopya mı olduğu... ama bunlar üzerine ayrı başlık açmak lazım, 'eutopya-distopya karışıkları', çünkü anlaşılmaz, devlet, güneş ülkesi, ütopya, looking backwards... bunlar eutopya mıdır distopya mıdır anlaşılmaz... walden 2 de benzer bir rahatsızlık uyandırıyor insanın ruhunda. bir kenarda kitaplar arasında bir hayat süren ve dünyayı yönlendirmekte bir çobandan daha mahir olacağını düşünen, çoban modeli yerine teknokrat modelini geçirmek isteyen şahısların yazdığı ütopyaların hepsinde sivilceli bir ergen kapris yapmaktadır sanki... morris'in ütopyası eutopya'dır güneşli ve kırsal, ona şüphe yok, ama aynı ukala ergen orda da kitap boyunca kendi biçimsel zevklerine göre dünyayı ve insanları yeniden şekillendirir. ütopyanın ikircikli bırakılması ya da didaktik anlatımdan bir şekilde kurtulması belki o yüzden gerekmiştir, ursula o yüzden ütopyayı etnografi biçiminde yazmıştır belki (hep yuvaya dönmek). ya da distopik bir zorunluluk ve çalışma ekonomisiyle bu yüzden eşleştirmiştir, ütopya gibi davranmayan ütopya, mülksüzler? ve belki çoğulcu ütopya bolo bolo (P.M.) o yüzden heyecan uyandırıyordur?
detaylara gelirsek, üç romanın kurduğu gelecekte de kitabî ilgiler pek önemsenmiyor, hayata dair pratik bir yönü olan bilgi öğreniliyor. sadece bazı eksantrikler entelektüel konulara meraklı oluyor. ki bu ursula'nın ütopyalarında da böyle. müzik, zenaat, resim, gündelik işler ve özellikle tarım faaliyeti yüceltiliyor ama kitabî entelektüel faaliyetler hayatın amacı olarak görülmüyor. yazarlar bunalmış.

ikinci ilginç yan, üç roman da birinci şahıstan anlatılıyor (burası çok ilginç değil, ütopya janrı genelde bir erkek gezginin anıları şeklinde yazılıyor) ve anlatıcı kahramanlar erkek olduğu için her roman, belki biraz da romanı renklendirmek amacıyla, adamın kadınlarla ilgili gözlem ve yaşantılarını da içeriyor. bunu ursula'nın ütopyalarıyla kıyaslayın. orda cinsellik daha fazla yer tutar ama gündelik hayatın parçası olarak. cinsellik hayatın dokusuna aittir ve ursula'da bu dokunun daha zengin olasılıklarının araştırıldığını da görürüz. erkek ütopyacılığında esas olarak adamlarla kadınların usturuplu aşkları ve huzurlu birliktelikleri var. yine de morris'in ve callenbach'ın (ekotopya) hakkını burda yememek lazım (okuyanlar detaylara baksın).
<03.06.015>  ordan hareketle aksini yazmak gerekir:
tam tersidir. aksidir, yansımasıdır. ütopya dedikleri, ya da romantik isyan dedikleri dahi belki, tam aksidir işte, olup bitenin.. olmayıp bitmeyenler ama olması sürmesi istenenler, olması lazım olup olamayanlar, burada olamayanlar, tam olamadıkları için neyin olamadığını anlatırlar. neyin olamadığını anlattıkları için neyin olduğunu da anlatırlar. çünkü olamayan burada dimağımızda talep olarak, beklenti olarak, arzu olarak, umut olarak buracıkta durmaktadır, burda işlemektedir, burayı çalıştırmakta ve sürdürmektedir, burada olmayan da işler, bir anlamda buradadır. ütopya edebiyatının bir kullanımı da, tersini anlatmak, neyin olmadığını, neyin eksik olduğunu, dolayısıyla, neyin olduğunu anlatmak olabilir. ütopya şüphesiz iyimserlik edebiyatıdır da, aynı anda da bir kötümserlik edebiyatıdır, geleceğe dönük iyimserlik, günümüze dönük kötümserlik, olasılıklara dönük iyimserlik, gerçekliğe dönük kötümserlik. ve tabii bir umut ilkesi vardır, kapalı, bitmiş ve anlaşılmış varsaymaya karşı, üretmez, döngüsel ve aynı varsaymaya karşı bir yaratıcılık ve umut ilkesi vardır. ancak, bu ilkeyi tam bir özgürlük, sınırsız bir üretkenlik olarak anlamamak gerekir. sınırlı bir açıklıktır bu. kapalı olan, süreğen olan, devam edip duran ve tekrarlayan hakimdir. biyolojik bedenzihin orda türer. anlam orda türer. kültür orda türer. kötümserlik ilkesinle, yani yaşamın şeytanıyla yüzleşmeyen hayatın yaratıcı ve iyicil tanrısıyla tanışamaz. ideallerle ve bu ideallerle bir şekilde ilişkili olan ütopya edebiyatıyla yüzleşmeler o sebeple hep bu şeytan üzerinden gerçekleşir.

No comments:

Post a Comment