Sunday, January 8, 2017

kişisel özdeşlik 1

<11.06.012>  giriş gibi:
'kişisel özdeşlik' ezelden ebede ucunu kovaladığım bir tema. bir dönem felsefe okumalarım için en temel motivasyon kaynağı haline de gelmişti... bu blogu da esasında bu tema üzerinden başlatmıştım.. not etmem gereken çok başlık var.

genelinde özdeşlik ve onla bağlantılı olarak kişisel özdeşlik konusu tüm felsefe tarihinin en önemli çalışma alanlarından biri olagelmiş. bu konuda bir takım spekülasyonlar sunan budist geleneklere bir göz atmak gerekiyor en başta. sonra antik yunan'da parmenides ve herakleitos'a uğramak lazım. onların fikirlerini özgün bir düalizmde uzlaştıran, aynı anda da konunun bir problem olarak tariflenmesini sağlayan platon'un bazı metinleri üzerinde uzun uzun durmaya değer..

bu konuyu incelerken zihin felsefesi, yapay zeka, hesaplama kuramları, bilişsel bilim vb. alanlara yayılmak gerekiyor. ama ayrıca analitik diye adlandırılan felsefe geleneğinde bireysel özdeşlik üzerine son 40 yıldır daha da yoğunlaşmış bir tartışma sürdürülmekte. bu tartışma kendi köklerini locke'a kadar geriye götürüyor. güncel isimler ise lewis, williams, nozick, parfit vd...

öte tarafta, kıta felsefesi diye anılan felsefe geleneklerinde de özdeşlik sorunu merkezi önemde olagelmiş. tuhaf bir tür özdeşlik (karşıtlığı? / yokluğu?) anlayışı hegel'de merkezi önemde ve kendi-için-varlık'ın özdeşleşme olanaksızlığı (hiçliği, özgürlüğü) sartre'ın 'fenomenolojik ontolojisinin' temel taşı. bergson, heidegger, levinas, deleuze ve derrida da özdeşlik,  ayrım, başka, öteki ve yineleme üzerine yazmışlar.. bu metinlerin her biri üzerine de yazmak istiyorum.

tüm bunların dışında, şurda burda, antik ve antik-öncesi metinlerde konuya dokunan pasajlar buldukça not almaktaydım.. onları da not aldığım yerlerde buldukça eklemek istiyorum. gençlikte bunu yazarım ve entelektüel faaliyetimi sonlandırırım diye düşünüyordum :] galiba biraz zaman alacak...
<27.12.009> öykücülük ve özdeşlik [Oliver Sachs]: 
... "Jimmie G., another Korsakov’s patient, whom I have already described at length (Chapter Two), had long since cooled down from his acute Korsakov’s syndrome, and seemed to have settled into a state of permanent lostness (or, perhaps, a permanent now-seeming dream or reminiscence of the past). But Mr Thompson, only just out of hospital—his Korsakov’s had exploded just three weeks before, when he developed a high fever, raved, and ceased to recognize all his family—was still on the boil, was still in an almost frenzied confabulatory delirium (of the sort sometimes called ‘Korsakov’s psychosis’, though it is not really a psychosis at all), continually creating a world and self, to replace what was continually being forgotten and lost. Such a frenzy may call forth quite brilliant powers of invention and fancy—a veritable confabulatory genius—for such a patient must literally make himself (and his world) up every moment. We have, each of us, a life-story, an inner narrative—whose continuity, whose sense, is our lives. It might be said that each of us constructs and lives, a ‘narrative’, and that this narrative is us, our identities.

If we wish to know about a man, we ask ‘what is his story—his real, inmost story?’—for each of us is a biography, a story. Each of us is a singular narrative, which is constructed, continually, unconsciously, by, through, and in us—through our perceptions, our feelings, our thoughts, our actions; and, not least, our discourse, our spoken narrations. Biologically, physiologically, we are not so different from each other; historically, as narratives—we are each of us unique.

To be ourselves we must have ourselves—possess, if need be re-possess, our life-stories. We must ‘recollect’ ourselves, recollect the inner drama, the narrative, of ourselves. A man needs such a narrative, a continuous inner narrative, to maintain his identity, his self.

This narrative need, perhaps, is the clue to Mr Thompson’s desperate tale-telling, his verbosity. Deprived of continuity, of a quiet, continuous, inner narrative, he is driven to a sort of narrational frenzy—hence his ceaseless tales, his confabulations, his mythomania. Unable to maintain a genuine narrative or continuity, unable to maintain a genuine inner world, he is driven to the proliferation of pseudo-narratives, in a pseudo-continuity, pseudo-worlds peopled by pseudo-people, phantoms."...

Oliver Sacks, The man who mistook his wife for a hat and other clinical stories. 1985 baskısı.


>> bu linkte de Daniel Dennet'in konuyla bağlantılı (okunması gereken) bir yazısı var:

<01.04.010> ...

"... When you get a concussion, the few instants before it happened are obliterated from your mind, as if you had never been conscious at that time. Just think-if you were knocked on the head at this moment, there would be no permanent trace left in your brain of your having read these past few sentences. Who, then, has been experiencing them? Does an experience only become part of you once it has been committed to longterm memory? Who is it that has dreamt all those many dreams you don't remember one bit of? Just as "now" and "I" are closely related terms, so are "here" and "I." Consider the fact that you are now experiencing death, in a curious way. Not being in Paris right now, you know what it is like to be dead in Paris. No lights, no sounds-nothing. The same goes for Timbuctu. In fact, you are dead everywhere-except for one small spot. Just think how close you are to being dead everywhere! And you are also dead in all other moments than right now. That one small piece of space-time you-are alive in doesn't just happen to be where your body is now-it is defined by your body and by the concept of "now." Our languages all have words that incorporate a rich set of associations with "here" and "now" namely, "I" and "me" and so on. ..."

Hofstadter and Dennet, eds., 1982, The Mind's I, p410. 

[nagel'in "nedir yahu bir yarasa gibi olmak?" adlı, pek de heyecan verici olmayan (ama ünlü) yazısına pek de heyecan verici olmayan bir yorum yazıyorlarmış araya böyle bir pasaj sıkışmış... ]
<09.11.015> greg egan, diaspora, 1997:

bu kitabı uzun zaman önce bir kenara kaydetmiştim. hardcore bilimkurgu romanı olarak tarif ediliyor ve öyle. bu açıdan incelemeyeceğim ama bu romanı. kitabın daha ziyade yan temalarından biri olarak orasına burasına serpiştirilmiş bireysel özdeşlik motifleriyle bir derdim var. o yüzden de kısaca kitabın evrenini anlatmam gerekiyor.

ilerleyen yüzyıllarda bir grup insan zihinlerini bir hesaplama ortamına aktarmışlar ve bu ortamda çeşitli şekillerde çoğalıyorlar da.. zihnin hesaplamalı kuramı, ya da hesaplamasal zihin kuramı.. ve fakat bu bireylerin çoğu hala büyük ölçüde insan zihinleri olarak yaşıyorlar ve ama bir kısmı farklı türde zihin hallerine doğru ilerlemiş ve düşünen / akıllı sistemler bir miktar çeşitlenmiş durumda.

eh, zihinler bir takım dijital hesaplama ortamlarında işleyen birer bilgisayar programına dönüştüğünde sinirsel zihinlerin donanım ve işleyişleri arasındaki katı eşleşmeden kurtulmak sözkonusu oluyor. farklı hesaplama ortamları arasında transfer edilebilen, kopyalanabilen, görece daha bir özgürce dönüştürülebilen, çoğaltılabilen ve yeniden bütünleşebilen zihinsel yaşamlardan sözedebiliyoruz. veri halinde uzayın başka bir noktasına aktarılabilir, oradaki hesaplama ortamında işlemeye devam edebilirsiniz, hatta başka bir uzaya geçiş yapabilirsiniz, binlerce klona bölünüp paralel hayatlar yaşayabilir, kendinizi yedekleyip büyük riskler alabilir, birden çok kaderi paralel takip edebilir ya da şahsiyet gradyanları oluşturacak şekilde ardışık klonlar boyunca dönüşebilirsiniz. yani.. siz?

ve egan greg de bu temaların hepsini ve daha fazlasını roman boyunca örnekliyor. farkedileceği gibi bu varyasyonların bir kısmı bireysel özdeşlik tartışmalarının düşünce deneyleriyle çakışıyor: ışınlanma, yarılma, birleşme, klonlanma ve bunların türevleri... hesaplama ortamına transfer işleminden başlayarak kendimizi bireysel özdeşlik tartışması içinde buluyoruz. sinir sistemim, zihinsel yapısı tam olarak haritalanabilsin diye, moleküller boyunca taranıp buharlaştırılırken, ölmüş değil miyim? kod olarak bilgim başka bir ortamda işlemeye başladı diye yaşamaya devam ettiğimden söz edebilir miyiz? [bkz. ışınlanma kurguları]

p. 35 - Yatima’s clone started up in the gleisner body and spent a moment reflecting on vis situation. The experience of “awakening” felt no different from arriving in a new scape; there was nothing to betray the fact that vis whole mind had just been created anew. Between subjective instants, ve’d been cross-translated from Konishi’s dialect of Shaper, which ran on the virtual machine of a womb or an exoself, into the gleisner version which this robot’s highly un-polis-like hardware implemented directly. In a sense, ve had no past of vis own, just forged memories and a secondhand personality ... but it still felt as if ve’d merely jumped from savanna to jungle, one and the same person before and ... [bkz. parfit'in soruları: "does it matter?" "is it as good?"]

ve romandaki insanların bir kısmı taranma işlemine katı, hatta ideolojik bir hayır cevabı veriyorlar. ölümlü biyolojik hayatı ölümle gelen bir ölümsüzlüğe yeğliyorlar. fakat, ilk olarak, bir kere kod halindeyseniz, ondan sonrası ne farkediyor? ama daha derinde, zamansal özdeşlik açısından kod halinde olmak ya da biyolojik bedende olmak bir fark yaratıyor mu? derek parfit, biri en az diğeri kadar iyi diyecekti; ikisi de eşit derecede kötü demek yerine.
p. 35 - The original Yatima had been suspended by vis exoself prior to translation, and if everything went according to plan that frozen snapshot would never need to be restarted. The Yatima-clone in the gleisner would be re-cloned back into Konishi polis (and re-translated back into Konishi Shaper) then both the Konishi original and the gleisner-bound clone would be erased. Philosophically, it wasn’t all that different from being shifted within the polis from one section of physical memory to another — an undetectable act which the operating system performed on every citizen from time to time, to reclaim fragmented memory space. And subjectively, the whole excursion would probably be much the same as if they’d puppeted the gleisners remotely, instead of literally inhabiting them ...

bir uzay aracının ya da insansı robotun içinde işlerken kaza geçirip yokolduktan sonra yedeğimizden yeniden ana sisteme yükleniyorsak burada da robert nozick'in 'en yakın takipçi' kurgusunu hatırlıyoruz:

p. 39 - Yatima replied without hesitation. “Quicksand. We both fall into quicksand, so we can’t even communicate with each other. We just float beneath the surface until our power runs out.” Ve checked vis gleisner’s energy store, a sliver of magnetically suspended anticobalt. “In six thousand and thirty-seven years.” “Or five thousand nine-hundred and twenty.” Shafts of sunlight had begun to penetrate the forest; a flock of pink-and-gray birds were making rasping sounds in the branches above them. “But our exoselves would restart our Konishi versions after two days — so we might as well commit suicide as soon as we’re sure we wouldn’t make it back by then.” Inoshiro regarded ver curiously. “Would you do that? I feel different from the Konishi version already. I’d want to go on living. And maybe someone would come along and pull us out in a couple of centuries.” Yatima thought it over. “I’d want to go on living — but not alone. Not without a single person to talk to.” [bkz. fission ve closest continuer]

hafızada kopyalanarak klonlanmamız, veri halinde uzaktaki bir kente bir kopyamızın gönderilmesi, geride kalan klonumuzun hafızada tutulması ya da işler halde durması, ışınlanma, klonlanma ve beyin nakli yoluyla yarılma kurgularını karşılıyor. bu klonların yeniden birleşmesi ise füzyon kurgularını. tabii, milyarlarca yıl sürebilen zihinsel yaşantılar ister istemez başı sonunu tutmayan bir dönüşümler setini akla getiriyor. hermann mesela, karakterini tekrar tekrar yeniden icat ediyor, ya da hafızasını silen, dönüştüren bireyler de romanda örnekleniyor ve bunu ölümle eşleştirenler de:

P.44 - Yatima was annoyed. “What’s wrong with that? There’s not much point to longevity if all you’re going to do with your time is change into someone else entirely. Or decay into no one at all.” [bkz. methuselah]

özetle, roman bireysel özdeşliğe dair akademik tartışmanın ana momentlerini ve bunları görselleştiren düşünce deneylerini ete kemiğe büründürüyor. daha ileri gidip 'edebiyat tüm bu tartışmanın varoluşsal yükünü ve manasını okuyuculara aktarıyor' diyeceğim ama öyle değil. belki olsa olsa 'koda, hesaplamaya büründürüyor' demek daha doğru olur. kitapla ilgili temel eleştirim bu noktaya yönelecek. doğru, öyle bir kurgu öyle bir evren ortaya serilmişti ki bireysel özdeşlik tartışmasının tüm varyantlarını işlemeyi sağlayabiliyordu; ama tüm varoluşsal yükünden arınmış halde. problematik özdeşlik halleri bize ait değildi, biz olmayana, başka tür zihin durumlarına, hipotetik zihinlere aitti. e bireysel özdeşlik ama neden önemli bir problemdi? özdeşliğin genel tartışmasının dışında, nasıl bir varoluşsal aciliyeti vardı? özdeş olabiliyorduysam ya da olamıyorduysam bunun önemi var mıydı? ve, daha önemlisi, belki aynı eleştiri akademik tartışmaya hakim olan tüm düşünce deneylerine de yöneltilmeliydi?

diaspora topu taca atarken konuyu öyle hafifletiyor ki bireysel özdeşlik konusu teknik bir pornografinin kenarındaki hafif / güçsüz / kıvamsız bir motif olarak kalıyor...
<10.11.015> borges [the nothingness of personality*]: 
öğrendim ki borges'in böyle bir metni var*. geçen haftaya kadar dikkatimi çekmemeyi başarmış olması... yazı şu anki ben'in tamlığını anlatıyor ve bu tamlığın kendi ve şahsiyet ile ilişkisizliğini... bu, bana da sorsanız, bireysel özdeşlikle ilgili varoluşsal anlatının merkezi:

 ... There is no whole self. Any of life’s present situations is seamless and sufficient. ... [ben yaşantısının anlık bütüncüllüğü vs. zamansal bütünleşememe hali]  

... Are you, as you ponder these disquietudes, anything more than an indifference gliding over the argument I make, or an appraisal of the opinions I expound? ... [delil olarak empirik gözlemler]

 ... I, as I write this, am only a certainty that seeks out the words that are most apt to compel your attention. The proposition and a few muscular sensations, and the sight of the limpid branches that the trees place outside my window, constitute my current I. ... 

 ... No one, on thinking about it, will accept that the self can depend on the hypothetical and never realized nor realizable sum of different states of mind. ... They err, as well, who suppose that the negation of personality I am urging with such obstinate zealotry refutes the certainty of being the isolated, individualized, and distinct thing that each of us feels in the depths of his soul. ... 

 ... The sensation of cold, of spacious and pleasurable suppleness, that is in me as I open the front door and go out along the half-darkness of the street is neither a supplement to a pre-existing self nor an event that comes coupled to the other event of a continuing and rigorous self. [ne kadar arasam da kendi'yi bulamıyorum (bkz. hume)] ... 

... There is no whole self. It suffices to walk any distance along the inexorable rigidity that the mirrors of the past open to us in order to feel like outsiders, naively flustered by our own bygone days. ... [hafızamdaki kendi'nin dışında kalıyorum, ben başka, hafızada kovaladığım başka kişi]

... He saw that he was like everyone else: that is, that he was no one, or little more than an unintelligible cacophony, persisting in time and wearing out in space. ... [kimse olmamak]

*yazı şu kitapta: Borges, J. L. (2000). Borges: Selected Non-Fictions. (E. Weinberger, Ed., E. Allen & S. J. Levine, Trans.). New York: Penguin. 
kitap ise bu linkte bulunabilir.
<18.11.016>Thomas Metzinger ve Hiç Kimse Olmamak:
1. 
Deneysel felsefeci Thomas Metzinger (M) aynı zamanda R. Scott Bakker'in bilimkurgu 'thriller'ı Neuropath'ın kahramanı Thomas olsa gerek. T. bir kitap yazıyor, hayat değiştiren türde bir kitap. T.'nin en yakın arkadaşı Nörolog Neil ise kağıtta etkisizce yatan görüşleri ete kemiğe büründürüyor, yani insanların sinirsel sistemine müdahale ederek bilinçli yaşantıların nasıl indirgemeci biçimde tariflenebileceğini, daha da ötesi bu teknoloji kullanılarak insanların bilinçli yaşantısının nasıl manipule edilebileceğini gösteriyor. Buna da "the Argument" denmiş; Sav.

İşte o kitap, kanımca, Being No One'ın ta kendisi (BNO). Tabii M. bu kitaba bir de "Precis" (P) yazmış, çünkü BNO--Amerikanca bir ifadeyle--'kötü yazılmış' bir kitap. Yani bir Arı Us ile kıyaslayalım, Arı Us uzun ve karışıktır ve ona da bir açıklama kitabı yazılması gerekmiştir ama her satırı da yerindedir, lazımdır; konusu karışıktır, tartışılmaya değerdir ve gereğince tartışılmıştır. Ama BNO daha ziyade gereğinden fazla uzatılmış bir kitap. Lafın tamamı aptala söylenir diyoruz ama aptal bu kadar uzun ve karışık bir... O yüzden, akademik makalelerine, BNO'ya ve P'ye ek olarak M. bir de çok daha sade popüler-bilim kitabı yazmış, bu kitabın adı da The Ego Tunnel (ET). [ET'nin 'ben' ve 'özgür irade' yanılsamalarıyla ilgili kısımlarını ayrı bir paket olarak başka bazı kitaplarla birlikte ele alma niyetim var.]

M. diyor ki, "sizi 'kendi' [self] diye bir şeyin varolmadığına ikna etmeye çalışacağım" (ET, intro.). Önerilen indirgemeciliği detaylandırırsak (BNO 641): kendi[lik]ler [selves] bağımsız bireysel antiteler, ya da tümüyle kendilerine dayalı olarak varolabilen ontolojik tözler, ya da gizemli biçimde değişmeden kendi kalabilen, bu şekilde zamanda özdeşliği sağlayan özler olarak varolmazlar. Bireysellik (basitlik ve bölünmezlik anlamında), tözsellik (ontolojik otonomi anlamında) ve özsellik (zamanaşırı aynılık anlamında) kendi[lik]lerin özellikleri değildir. Ve bu anlamda biz hiçkimseyizdir [no one] ve dünyada kendi[lik]ler diye bir şey bulunmaz, ya da en azından açıklayıcı bir kuram için 'kendi' gerekli bir kurgu değildir.
2. 
Her ne kadar altta yatan indirgemecilik, bir eliminativizm olduğu iddia edilerek kitabın esas savı olarak sunulsa da (Budistler ve Hume ile krş.) genelinde M.'nin yapıtı önce bilincin sonra da 'kendi'ye dair kurguların (ben, benim, kendi, şahıs, vd.) nasıl süreçler içinde açığa çıktığına dair bir kavramsal kurgu önermekle ilgileniyor. Ve bu kurgu en sonunda şunu demeye varıyor: 'Kendi' yoktur, bilinçli yaşantının parçası olan kendi-modelleri vardır (Phenomenal Self Models, PSM) ve bunların model olduğu anlaşılmaz (bunlar geçirgendir [transparent]) (BNO 16). 'Kendi' PSM'in içeriğidir, dolayısıyla değişmeyen bir özden değil karmaşık bir öz-temsil sürecinden sözetmekteyizdir (BNO 641). Tözselliğe, özselliğe ve bireyselliğe dair fenomenal deneyimler bu temsili içeriğin özel biçimleridirler (P 3-4).

Bu noktada görüyoruz ki, daha özenli bir kategorizasyonda, M. bir indirgemeci olarak da anlaşılabilir. Parfit'in kendi pozisyonunu indirgemecilik olarak tariflemesiyle karşılaştıralım, P.'ye göre 'kendi'ye dair işleyişler sinirsel düzeyde yeterli biçimde açıklanabilir, dolayısıyla o düzeye indirgenebilir, ek bir kurgu olarak kendi'den bahsetmemiz fazlalıktır. Eliminativist (mesela Hume) "o şey yoktur, baştan başa yanılsamadır" derken indirgemeci "o şey vardır ama daha alt düzeydeki bir mekanizmayla da anlaşılabilir" diyor. Esasında M. de tam olarak bunu söylüyor ve PSM'in sinirsel mekanizmalarla açıklanacağını vurgulamaya özel bir önem veriyor. M. kendini eliminativist olarak sunarken 'halk-kuramsal' 'kendi' anlayışlarının flojiston gibi tümüyle çöpe gitmesi gerektiğini, PSM'nin bambaşka türden, uzlaşmaz bir antite olduğunu ima ediyor olmalı. Bir bakışla, PSM 'kendi' ve ilgili kurguları açıklayan alt kademe bir mekanizma olarak görülebilirdi, tabii o da daha alt kademe sinirsel işleyişlerle açıklanacağı için, belki ayakları iki kademe yerden kesilen 'kendi' indirgenmenin ötesinde çöpe gidiyordu?
3. 
Tüm bu kurgunun genel adı, Öznelliğin Kendi-Modeli Kuramı (The Self-Model Theory of Subjectivity, SMT) (P 1). SMT, bilinçli yaşantı türleri hangi özellikleri taşıdıklarında bilinç kategorisinde ya da bilincin alt kategorilerinden birinde yer alır, onu tarifleyen bir kategori modeli oluşturmaya yöneliyor ("a constraint satisfaction approach to phenomenal experience", P 2). 'Fenomenal temsil' ifadesi 'bilinçli yaşantı / bilinç içeriği' ile aynı anlamda kullanılıyor. Modelde 10 adet temel kısıt ve bir adet de ek evrimsel kısıt var. Kısıtlar içinde 3 adedi var ki bunlar asgari kısıtlar, yani en elementer düzeydeki bilinç için yeter şart kümesi (BNO, chapter 3).

(1) Globallik kısıtı ["the globality-constraint"]: bilinçli içeriklerin işlemden geçirilip kullanılmasında çok yönlü/türlü erişim. Mesela kasıtlı odaklanma, bilişsel gönderme, dilsel değerlendirme-ifade, duygulanım, eylem planlama, vd. farklı katmanların aynı içerikle ilgili olabilmesi.. Tabii bu içeriklerin işlenmesindeki doğrudanlık, esneklik ve otonomi seviyeleri farklılaşıyor. Bu içeriklerin önemli bölümü "benim olmak" diye tarifleyebileceğimiz bir fenomenal nitelikte ortaklaşıyorlar.
(2) Şimdi ve burda olma kısıtı ["the presentationality-constraint"]: İçerikleri şimdi ve dünyada deneyimleyen bir 'kendi'yimdir ve varoluşum bir zamansal doğrudanlık / aracısızlık ("temporal immediacy") arzeder. Tabii, her kendi-temsili aynı zamanda bir kendi-simülasyonudur.
(7) Şeffaflık kısıtı ["the transparency-constraint"]: Sistemin kendini değil sadece bilincin içeriğini deneyimleme, sistemin altta yatan bilişsel işlemlerinin görünür olmaması anlamında sistemin şeffaflığı.. Beyin kendi kendisine karşı çoklukla kördür ("autoepistemic closure") [opaklık mefhumunu anlamak için ise bilim kurgulardaki "glitch"leri düşünelim, mesela Matrix'teki dejavu'lar]. Ancak bu kısıt sağlandığında bir 'kendi[lik]' olarak kendimize kişisel özdeşliğimiz bir yanılsama haline gelip inandırıcı olabilir. Aksi taktirde onu elverişli bir kurgu olarak araçsallaştırabilirdik ve varlığımızın temeli / merkezi haline getirmeyebilirdik [ve Budizm 2600 yıllık bir terbiye pratikleri geleneği haline gelmek durumunda olmazdı]. Bu noktada not ediyor ki, şeffaflık da esasında farklı derecelenmeler arzeden bir fenomen ve pek çok durumda sistemin işleyişi kendisine kısmen opaklaşıyor (mesela arkamızı göremeyişimiz bize dünyaya doğrudan açılan bir pencere olmadığımızı hatırlatıyor), yani farkedilir hale geliyor. Ayrıca, 'kendi'siz fenomenal haller (mesela bazı spiritüel deneyimler ve depersonalizasyon gibi psikiyatrik vakalar) bilinç kategorisine dahil kılınırsa şeffaflık zorunlu bir kısıt olarak görülmeyebilirdi (P 23).
4. 
Bilincin daha detaylı biçimde tarif edilmesini sağlayan ama istisnaları da bulunabilen diğer kısıtlara gelirsek,

(3) Tutarlı bir global duruma entegrasyon ["Integration into a Coherent Global State"]: 1. kısıtın devamı olarak, fenomenal hallerin içerikleri her zaman bir dünyaya, benim dünyama entegredir. Bu kısıt aynı zamanda öznel deneyimin dünyaya yerleşik (situated) oluşunu da kapsar.
(4) İçiçe / büklümlü bütüncüllük ["Convolved Holism", "Nestedness"]: Bilinçli deneyim çeşitli antitelerin birbiri içine / altına hiyerarşik bir yolda takıldığı / kapatıldığı / eklendiği bir durum arzediyor. Mesela temsili, işlevsel ve nörobiyolojik seviyelerin hiyerarşisi, ya da parça bütün ilişkileri, ya da kavram ve kategori hiyerarşileri...
(5) Dinamiklik ["dynamicity"]: Fenomenal haller çoğunlukla yönlü, aktif ve değişken bir zamansallığa atılmış olarak açığa çıkıyor.
(6) Bakış açısına bağlılık ["Perspectivalness"]: Yine istisnaları bulunmakla beraber (bir şizofreniğin zihninde 'öteki'nin sesi, bir esriğin dimağında 'ben'in yitmesi vd.), bilinçli fenomenler çoğunlukla belirli bir kişinin bakışına göre açığa çıkıyor.
(8) Çevrimdışı aktivite ["Offline Activation (simulations)"]: Sözgelimi rüyalar, çağrışımsal fanteziler, birden akla gelen canlı anılar, gündüz düşleri, iç konuşmalar vb. global ancak çevrimdışı bilinçli durumlardır. Bunlar bir anlamda simülasyondurlar.
(9) Yeğinlik temsilleri ["Representation of Intensities"]: İstisnasız [!!?] tüm fenomenal içeriklerin yeğinlik parametresi bulunuyor diyor; acı, görsel duyumsama, renkler, vd. farklı yeğinliklerde (şiddetlerde) algılanıyorlar.
(10) Aşırı pürüzsüzlük [“Ultrasmoothness”]: Basit içeriklerde, mesela renk alanlarında şahit olunabilen homojenlikler.

Bu on kısıta ek olarak, (bilinç durumunun tümüyle rastgele biçimde açığa çıktığı) "O en olmayacak olay" türü düşünce deneylerine karşı M. bir de Adaptivite kısıtı öneriyor.
5. 
M. çoklu-disiplinli bir çalışma yürüttüğünü ya da bunun zeminini kurmaya çalıştığı iddiasında. Bu disiplinler Bilişsel Bilimler, Nörobilim, Psikoloji (anomaliler), Felsefe (Analitik felsefe + Fenomenoloji) ve Yapay Zeka. Çalışmanın felsefi üretimi özne-nesne kurgusunun izah edilmesi (M.'nin ikinci kavramsal önerisi bunun üzerine, Yönelmişlik İlişkisinin Fenomenal Modeli (Phenomenal Model of The Intentionality Relation, PMIR)) ve bilincin yeter ve gerek şartlara dayalı geleneksel bir kavram şemasına oturtulmasına odaklanıyor. Ancak, kitabın daha ziyade bir yan konusu olan "qualia" tartışması dışındaki tartışmalar teknik açıdan zayıf. Kitabın ilginç bir iddiası her başlığını 4 farklı düzeyde, fenomenolojik, temsili, [teleo-]işlevsel ve nörobiyolojik açılardan tartışmak; bu şemacılık çoklukla lafı gereksiz uzatmaktan başka şeye yaramamış olsa da.

Esasında, kitabın ilk çıktığı dönemde bu kavram yaygınlık kazanmış olsaydı, M. çalışmasını "Deneysel Felsefe" olarak tarifleyebilirdi. Özellikle --kendisinin de üzerinde deneyler yoluyla çalıştığı-- Beden Dışılık Deneyimi (Out of Body Experiences, OBE) ve hayalet uzuvlar (phantom limbs) üzerinden 'ben'in mevkisinin ve bedeninin kişi tarafından bir takım modeller yoluyla anlaşıldığı iddiasını (PSM) destekleyen güçlü empirik deliller sunuyor (ve bu, konunun çeşitli yönlerinin derinlemesine geliştirilip çalışıldığı olası felsefi tartışmalara öncelikli geliyor bana). Dolayısıyla, BNO 4. ve 7. bölümler boyunca uzanan anomali incelemeleri kitabın önemli ve ilginç kısımları diye düşünüyorum (İdrak yitimi / Agnosia, Yoksayma / Neglect, Körgörü / Blindsight, Halusinasyonlar, Rüyalar, Hastalığını idrak edememek / Anosognosia, Özdeşlik sorunları / Identity disorders, Dağılan kendi-modelleri / disintegrating self-models, Hayali 'kendi'ler / Hallucinated selves: Hayalet uzuvlar, Beden Dışılık Deneyimi, Hayali faillik / Hallucinated agency, Çoklu kişilikler, Bilinçli rüyalar / Lucid Dreams).
6. 
Bilincin neden evrimleşmiş olabileceğine M.'nin verdiği yanıtlar arasında şu dikkatimi çekti: M.'ye göre, fenomenal modeller bir organizmayı yeni işlevsel özelliklerle donatan nörohesaplama aygıtları. Bu aygıtlar belirli olguları ve verileri işlemden geçirilip kullanılmak üzere global düzeyde kullanılabilir kılıyorlar.

Örneğin, 'kendi[m]' olan ve olmayan (dış dünya) arasına konan işlevsel ayrım ile Yönelmişlik İlişkisinin Fenomenal Modeli (PMIR) açığa çıkıyor, bu da özne-nesne kurgusunun zemini. Böylece sistemin eyleyen ve deneyimleyen bir özne / fail olarak modellenebilmesi mümkün oluyor (P 27). Bir kademe sonrasında, PMIR'ın da bilinç düzeyinde modellenmesi sözkonusu olduğunda sistem irade ve faillik kurgularını global düzeyinde işlemeye başlayabiliyor (P 29-30). Bu noktada fenomenal olmanın ötesinde bilişsel bir öznellik mümkün hale geliyor. Dahası, sistem 'öteki'ni kendine benzer bir fail olarak kurabilir ve hatta onların zihinsel durumlarına dair simülasyonlar oluşturabilir hale geliyor (empati), bu da toplumu mümkün kılıyor.

BNO bilinçli bir birinci tekil şahıs bakış açısının temsiliyetçi ve işlevselci analizini öneriyor (BNO 16). (Aşkın veya gizemli bir 'iç'e kapalı bir özne kurgusuna başvurmadan, temsiliyetçi ve realist bir bilinç kuramı oluşturulabileceğini anlayamayanlar bulunduğu için bu nokta tümüyle önemsiz değil.) Buna göre, fenomenal kendi bir 'şey' değil, bir süreç. Ve ama, yanılsamanın kendisi de en az diğer 'şey'ler kadar bir 'şey'dir aslında. Platon haklıdır elbette, kendinle aynı kalan bir şey hiç olmamıştır ki. Ve ama Platon haksızdır elbette, idealar da var değildir. Geriye de insani organizmanın algı düzeyinde (masa gibi) 'şey'ler olarak temsil edip işlevselleştirdiğimiz süreçler kalıyor.
7. 
Kişisel özdeşlik tartışması açısından sorun 'ben'in bana mantıksal / matematiksel bir yolda eşit olamaması değilse, daha iyi bir ifadeyle sorunun kendisi bu eşit olamama hali değilse ama bundan kaynaklanan bir şeyse, burada problemin iki olası kuruluşu çatallanarak ayrılıyor: Birincisinde bu eşit / 'kendi' olamama halinin önemli olup olmadığının tartışılması, öbüründe ise, peki öyle değilse, ruh ve özdeş kayıpsa, bu ben nedir nasıldır, kişi-ben-benim-kendi nasıl bir kurgular çoklusudur, bu kurgular nasıl gerçeklikleri temsil etmeye --ve bir de işlevsel kelimesine dönecek olursak-- nasıl potansiyelleri işlevselleştirmeye çalışır?... M. birinci problemin farkında olmakla beraber esas olarak ikinci yola giriyor.

"... imperative to live—indeed, live forever—was burned into our brains, into our emotional self-model, over the course of millennia. But our brand-new cognitive self-models tell us that all attempts to realize this imperative will ultimately be futile. Mortality, for us, is not only an objective fact but a subjective chasm, an open wound in our phenomenal self-model. We have a deep, inbuilt existential conflict, and we seem to be the first creatures on this planet to experience it consciously. Many of us, in fact, spend our lives trying to avoid experiencing it. Maybe this feature of our self-model is what makes us inherently religious: We are this process of trying to become whole again, to somehow reconcile what we know with what we feel should not be so. In this sense, the Ego is the longing for immortality. The Ego results in part from the constant attempt to sustain its own coherence and that of the organism harboring it; thereby arises the constant temptation to sacrifice intellectual honesty in favor of emotional well-being." BNO 218 (ayrıca boylu boyunca ET)
<8.1.017> Schopenauer'den: varkalmada Ben'in önemi: 


Kopyalama ve uploading/mindscan türü tüm güncel felsefe ve bilimkurgu spekülasyonlarına karşı insanın o karşılanamaz merkezi talebi: "Ben sürmeliyim":


thrasymachos: Listen, without a continuance of my individuality, I would not give a farthing for all your immortality.
philalethes : Perhaps we can still bargain with you. Suppose I guaranteed you the continuance of your individuality, yet made it a condition that a completely unconscious death-sleep of three months should precede the reawakening of that individuality.
thrasymachos : That would do.
philalethes: Now as in a state of complete unconsciousness we have absolutely no measure of time, it is quite immaterial to us whether three months or ten thousand years elapsed in the world of consciousness while we were lying in that death-sleep. For on waking up, we must accept on faith and trust the one thing as well as the other; and so it must be a matter of indifference to you whether your individuality is given back to you after three months or after ten thousand years.
thrasymachos : In the last resort, of course, that is undeniable.
philalethes : Now if after the lapse of the ten thousand years, someone forgot to wake you up, I believe that such a misfortune would not be great after you had become so accustomed to that very long non-existence which followed a very brief existence. But it is certain that you could not feel anything of it; and you would be quite consoled about the matter if you knew that the mysterious mechanism, maintaining in motion your present phenomenal appearance, had not for one moment ceased during those ten thousand years to produce and set in motion other phenomenal appearances of the same kind.
thrasymachos: Indeed? And in this way you mean quite furtively and imperceptibly to cheat me of my individuality? You cannot swindle me in this way. I have stipulated for myself a continuance of my individuality, and no motives and phenomena can console me for the loss thereof. It lies nearest to my heart and I will not let it go.
philalethes : Then you regard your individuality as so agreeable, admirable, perfect, and incomparable that there can be none more perfect whereof it might perhaps be asserted that one could live better and more easily in it than in yours.
thrasymachos : Now look, whatever my individuality may be, I am this.
For me there is nothing in the world like me;
For God is God, and I am I.
I, I, I, want to exist! That is of importance to me and not an existence concerning which one must first convince me by arguments that it is mine. 

*Schopenauer, Parerga and Paralipomena 2, chapter 10, p280-1.

No comments:

Post a Comment