Tuesday, January 10, 2017

kişisel özdeşlik, paket 3a

<8.1.017>Aynı ve başka: Herakleitos, Parmenides, Platon
1. 

Platon'un (d. MÖ428/427 ya da 424/423 – ö. MÖ348/34) geç dönemine ait Theaitetos adlı mühim bir diyaloğu var, herşeyin değişime tabi olduğu bir dünyada / ontolojik kurguda bilginin olanağını sorguluyor.

Bilindik öykü kabaca şudur, değişimin mutlaklığı Herakleitos tarafından savunulmuştu, buna karşı Elea okulu değişimi incelikli usavurmalarla yanlışlayıp, değişmeden kalan Bir'i savunmaya geçmişti. Platon bunları ontolojik ve epistemolojik bir düalizm içine koydu.

Öte yandan, tabii ki, öykü daha karmaşık. Aslında birini 'değişen'in diğerini 'aynı'nın atası olarak görmek yerine, Herakleitos'u ve Parmenides'i değişen - değişmeyen ayrımının farklı yönlerden inşacıları olarak görmek daha uygun gibi. Antik felsefecilerin hepsi görüngülerin hareket / değişim / zamansallık ile açığa çıktığının farkındalar. Zaten Homerik anlatı (Platon'un yorumunda) değişimi yasa haline getiriyordu, onu inşa etmeye gerek yok. Tartışma / araştırma görünürdeki tüm bu dönüşümler içinde / ardında değişmeden kalan şey var mıdır, olmalı mıdır, varsa nasıldır ve öyle ya da böyle olmasının sonuçları nelerdir, onun üstüne. Gerek Milet okulunun arkhe arayışı, gerek atomculuğun atomu değişip duranların arkasındaki değişmeze dair öneriler.

Zira herşeyin değişimle tanımlandığı bir dünyada kendinle aynı kalamadığı görülen o şeylerden nasıl olup sözedebileceğimizi, onları nasıl olup adlandırabileceğimizi, onlarla ilgili nasıl bir pratik hayata ve bilgiye sahip olabileceğimizi anlamak / açıklamak o kadar kolay değil. Bu araştırma kısa zamanda elementlere, töz kavramına ve mekaniğe varıp orada uzunca nefeslenecek ve kabaca bu paradigma içinde detaylanacak (antik dönemden 19.yy sonlarına kadar?) ama sonra atomaltı parçacıkların ve temel etkileşimlerin sonu gelmez parçalanma ve dönüşümlerine doğru yeniden yola çıkacak... Şu anda değişmeden kalan bir antite 'var' sayılmasa da zamanın da bir boyut haline geldiği, dolayısıyla geçmişten geleceğe tüm evrenin bir anlamda "varlık"ın kendisi olarak yorumlanabileceği 4 ila 10 boyutlu evren modelleri hala popüler (Prigogine'in ilgili kavramlaştırma ve eleştirisi için: From Being to Becoming: Time and Complexity in the Physical Sciences, 1981).
2.  Herakleitos ve ateş

Değişim tabii Yunan felsefesi için temel bir konu da, bunu felsefesinin kahramanı haline getiren ve mutlaklaştıran da Herakleitos*. Fakat, şaşırtıcı biçimde Herakleitos'ta da değişmeden kalan var. Bunun bir antite olduğunu söylemek zor ise de, değişimin kendisi logos / yasa (olup bitenin doğasına içkin bir düzenlilik hali) olarak esas gerçeklik haline geliyor. Çünkü herşey ateşle takas oluyor. Bu belli ki içkin bir yasa:

D90. Herşey ateşle takas olur, ateş de herşeyle. [All things are requital for fire, and fire for all things, as goods for gold and gold for goods.]

D66. Ateş gelecek ve herşeyi yargılayıp mahkum edecek.

D30. Bütünün kendisi olan bu kosmos’u ne bir tanrı ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.**

Ortak bir ilkeden pay almak, ondan türemek ve ona dönmek... Bu süreçte ilkenin, yani ateşin aynı kalışı! Dolayısıyla Herakleitos da değişimdeki değişmeyenin inşacılarından biri, biraz utanarak sıkılarak yazıyorum ama H. değişmeyen tek şey değişimdir diyor.

Ve Herakleitos akılcılık anlayışında da karşı kamptan o kadar uzak değil, çünkü onda da aslında doğru kullanılan zihinlerin ortak olduğu, doğanın yasasına vakıf olabilen bir akıl anlayışı var:

D113. Düşünme herkese ortaktır. [Thinking is shared by all.] 

D2. Logos her şeye ortak olmasına karşın, çoğunluk sanki kendilerine özel düşünceleri varmış gibi yaşar. [Although the account (logos) is shared, most men live as though their thinking (phronesis) were a private possession.]

*Kahn, Charles H. (2001 –first1979). The Art and Thought of Heraclitus; an edition of the fragments with translation and commentary. Cambridge University Press. 

*Herakleitos, (2005). Fragmanlar. Çev. ve yorum: Cengiz Çakmak, Kabalcı Yayınevi, İstanbul. 

** Keyif için Empedokles, ecpyrosis ve büyük yıl başlıklarına doğru ilerlenebilir, Timaios okunabilir...
2b.  KÖ'süzlük

Bizim için ilginç olan, Herakleitos KÖ üzerine de kafa yormuş gibi görünüyor, ya da konu illa ki KÖ'ye de geliyor gibi, ya da belki en baştan onunla da ilgili:

D88. Aynı şeydir yaşayan ve ölen, uyanık ve uyuyan, genç ve yaşlı. Çünkü sonrakiler öncekilerle, öncekiler sonrakilerle yer değiştirir. [The same ...: living and dead, and the waking and the sleeping, and young and old. For these transposed are those, and those transposed again are these.]
D62. Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür. [İmmortals are mortal, mortals immortal, living the others’ death, dead in the others’ life.]
D21. Uyanıkken bütün gördüğümüz ölüm, uyurken gördüğümüz ise uykudur.
D26. Geceleyin gözün ışığı söndüğünde, insan bir kandil yakar kendine; yaşarken ölüye dokunur uykusunda; uyanıkken uyuyana. [A man strikes a light for himself in the night, when his sight is quenched. Living, he touches the dead in his sleep; waking, he touches the sleeper.]

Bu şüphesiz aynı ırmağa iki kere girememeye sebep olan dönüşüm yasası ve döngüsellikle bağlantılı:

D6. [Aristoteles versiyonu:] Güneş hergün yenidir. [Bunun bir de Platon versiyonu var:] “The sun of heraclitus ... is extinguished in old age ... but rekindled again.” [Güneş gitmişti, sonra gelmişti. Arada bir kopukluk –gece- olduğu halde onu aynı şey, yani güneş olarak adlandırmamızın sebebi neydi?]
D12. [Meşhur ırmak fragmanı:] As they step into the same rivers, other and still other waters flow upon them. [Cleanthes’in ruhbilimsel karşılaştırma için eklediği ikinci bir cümle var:] Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar; ruhlar nemli olandan buharlaşırlar. [İfadeler şöyle çeşitlendiriliyor: Irmak aynı ırmak değildir, ırmak hem aynı ırmaktır hem değildir, kişi aynı kişi değildir, hem aynı kişidir hem değildir, ve son olarak her biri ve bütün kombinasyonlar.]
D36. [Clement’ten:] Ruhlar için ölüm su olmaktır. Suyun ölümü toprak olmaktır. Su topraktan meydana gelir, ruh da sudan. [For souls it is death to become water, for water it is death to become earth; out of earth water arises, out of water soul.]
D91 [Plutarkos:] "According to Heraclitus one cannot step twice into the same river, nor can one grasp any mortal substance in a stable condition, but by the intensity and the rapidity of change it scatters and again gathers. Or rather, not again nor later but at the same time it forms and dissolves, and approaches and departs."
2c.  Antik indirgemecilik

İmdi [Kahn'ı takip edersek (XCIII, D.88'e yorum)] değişim ve hal değiştirmek kaçınılmaz, uyanık uyuyana, yaşayan ölüye, genç yaşlıya ve ama sonra tersine doğru da (çünkü çemberin iki ucu aynı)... Zıtlar arasındaki dönüşümler bitimsiz döngüsellikler içinde yeniden yeniden gerçekleşiyor. Ancak bu zıtlar birbiriyle bir uyum ve birliktelik içindeler ve sayılanların hepsi de aslında aynı türden ve ateşle takas oluyorlar [teksesli mi derdik?].

Döngüsellik yeniden ve yeniden ve yeni biçimlerde varlığa gelip durana işaret ediyor. Kişi sözkonusu olduğunda, reenkarnasyon kurgularının iki ana biçimi var. Birinde yeniden doğuşun ve özdeşliğin taşıyıcısı olan bir ruh bulunuyor. Mesela Pisagorcu ya da Platoncu ruh göçleri böyle. Öte yandan böyle bir taşıyıcı töz ya da ruhun bulunmadığı, dolayısıyla bir KÖ'nün söz konusu olmadığı kurgular da var, söz gelimi Budizm'deki reenkarnasyon. Ve Herakleitos'ta da KÖ korumayan bir tür döngüsellik olabileceğini anlıyoruz.

Ama dahası, gündelik yaşantımız, uykudan uyumaya geçmek ve ertesi gün yeniden uyanmak, gençlikten yaşlılığa geçmek vb. de aslında aynı şekilde başkaya / farklıya geçme süreçleri ve bunlar da KÖ korumuyor (ve bazen aynı güneşin gecede kaybolması gibi kopukluklar barındırabiliyorlar). 'Başka olmaya geçmek' bu makro süreçlerde daha kolay görünür oluyor evet ama, ırmak fragmanı da gösteriyor ki, esasında başkalaşma her an gerçekleşiyor. Kişi de, diğer herşey gibi her an başka olmaya geçiyor, yani zamanda KÖ olanaksız. Ama onun yerine, aynı ırmağın kendisi kalması gibi, bir biçim sürekliliği ya da tekrarı öneriliyor. Sonuçta sular farklı ama dikkat edilecek olursa, bir anlamda, ırmak 'aynı'. Dolayısıyla fiziksel ve psikolojik sürekliliklerin olanaklı ve mevcut görüldüğü açık. Budizm'in reenkarnasyon ve karma anlayışı da buna dayanıyor. Bu noktada Parfit'in R ilişkisi hatırlanabilir. Eliminativist indirgemeciliklerin tarihi eski yani.
3. Parmenides ve iyi yuvarlanmış hakikat

Çoğu yorumcu Parmenides'in* ontolojisini 'varolması zorunlu olan'dan ibaret görüyor [A]. Değişmeyen ve varlığı zorunlu olan üzerine aynı zamanda doğru bilgi de oluşturabiliyoruz. Öte yandan 'varolmaması zorunlu olan'ın durumu da ilginç aslında. Bunlar da Diels fragman 6'nın bir yorumuna göre iki türler. Biri doğrudan hiç olduğu için düşünemediklerimiz [B]. Ama bir de, ilginç olan, bir takım 'kafası karışık, kör ve sağırların' kabul ettiği, hem aynı olan hem aynı olmayanlardan bahsedilmiş gibi [C]:

[Coxon, p58:] "It is necessary to assert and conceive that this is Being [A]. For it is for being, but Nothing is not [B]. These things I command you to heed. From this way of enquiry I keep you first of all, but secondly from that on which mortals with no understanding stray two-headed, for perplexity in their own breasts directs their mind astray and they are borne on deaf and blind alike in bewilderment, people without judgement, by whom this has been accepted as both being and not being the same and not the same [C], and for all of whom their journey turns backwards again." [Palmer, Fr6: "it is and is not [,] the same and not the same".]

C'lere belli ki inananlar var ama bunlara dair bilgi de olanaksız, çünkü bunlar 'her yana gidiyor'; yani, hem geniş hem dar, hem uzun hem kısa, hem sınırlı hem sınırsız oluyorlar, hem parçalı hem dar, hem tek hem çok... Parmenides'in şiirinin ikinci kısmı bu tip şeylere dair kozmolojik ve doğabilimsel bilgiyi aktarıyormuş ama büyük ölçüde kayıp. Eğer bunlar varolmaması zorunlu olanlarsa ve biz bunlara dair hiç bir şey bilemiyorsak bu ikinci kısmın neden yazıldığını açıklamak o kadar kolay olmuyor.

*A.H. Coxon (2009, orig. 1986). The Fragments Of Parmenides: A Critical Text with Introduction and Translation, the Ancient Testimonia and a Commentary. Revised and Expanded Edition edited with new Translations by Richard McKirahan and a new Preface by Malcolm Schofield, Parmenides Publishing. 

*Palmer, John, "Parmenides", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Winter 2016 Edition), Edward N. Zalta (ed.),
3b. Olan ve olmaması mümkün olmayan

Gerçek bilgi tabii varolan ve varolmaması mümkün olmayanla ilgilidir. Buna akıl yürütme üzerinden erişilir. Akıl yürütmelerimiz bize kesin olarak (ve algısal ve empirik verilerin gösterdiğinin tam aksi yönde; bugün 'a priori olarak' derdik) gösteriyor ki, kendinle aynı olan ve varolmaması olanaklı olmayan üretilmemiştir, ölümsüzdür, bütün ve tekbiçimlidir, bölünmemiştir, tam olarak varolandan ibarettir, daha çok ya da az var değildir, süreklidir, hareketsiz ve mükemmeldir, başlamaz, bitmez, aynıdır, aynı yerdedir, eksiksizdir ve her noktası merkeze eşit uzaklıkta olduğundan küreseldir:

[fr. 8.1-4]: "... For if it was, it is not, nor if ever it is going to be:/ thus generation is extinguished and destruction unheard of."
“Nor is it divided, since it is all alike;/ and it is not any more there, which would keep it from holding together,/ nor any worse, but it is all replete with What Is./ Therefore it is all continuous: for What Is draws to What Is.” 

[fr. 8.26-33]: "And unmoved within the limits of great bonds/ it is unbeginning unending, since generation and destruction/ have wandered quite far away, and genuine conviction has expelled them./ And remaining the same, in the same place, and on its own it rests,/ and thus steadfast right there it remains; for powerful Necessity/ holds it in the bonds of a limit, which encloses it all around,/ wherefore it is right that What Is be not unfulfilled; for it is not lacking: if it were, it would lack everything."

Bilindik monist yoruma göre, Parmenides için dünya bizim onu algıladığımız tarzda var değildir, hatta bu şekilde varolmaması zorunludur (akıl yürütmelerin tarzına bakarak varolması akli olarak mümkün değildir de diyebilirdik), aynı kalmayan ve değişenlere dair tüm görüşler yanıltıcıdır.

Gelgelelim, yukarıda andığımız daha az sahiplenilmiş yorumu dikkate alırsak, yani olası araştırmaları ve araştırılanları 3'e ayırıyorsak (A. varolan / aynı, B. varolmayan ve C. hem aynı hem başka), Platon'un çıkış noktalarını burada yakalayabiliyoruz. Ya da mesela Aristoteles'in ilk felsefe [sonradan metafizik denen] ve doğa bilimi arasındaki ayrımını da...

Çünkü Parmenides kendisi de şiirinin ikinci yarısında tam da bunlardan bahsediyor. Düşünürsek, insan kaçınılmaz olarak yanılsamaların doğasını da incelemek durumunda. Çünkü insan kendisi de bu yanılsamalar arasında. Tüm monizmlerin bir yanda arzusu / takıntısı diğer yanda belası olan şu Bir'e karışma / yitme - bireyleşme karşıtlığı...
4. Theaitetos'ta empirisizmin portresi

Theaitetos'ta* Sokrates 'bilgi nedir?' diye soruyor ve ama bilginin türlerini ya da örneklerini değil, bilginin kavramını arıyor (146-7). Bu ayrım merkezi, zira bilginin bir kavramı olduğunu varsayıyor ki Platon'un biçimler kurgusunda bilginin biçiminin / ideasının kendi adına varolduğunu ve onun kendisinin de bilgece olduğunu biliyoruz [burada geleneksel bir Platon okuması kabul ediyorum, yani biçimler kuramını hiç bırakmadığı ama detaylandırıp tartışmaya devam ettiği yolunda].

Theaitetos yanıt olarak bilginin basitçe 'algılama' olduğunu bildiriyor (151e). Modern empirisizmin doğrudan atası olan bu ifadeyi Sokrates hızla Sofist Protagoras'a bağlıyor (152a), 'İnsan her şeyin ölçüsüdür: olan şeyler için olduklarının, olmayan şeyler için olmadıklarının ölçüsü'.

Bu Parmenides'in savunduğunun birebir aksi, ya da reddettiği neyse onu ön plana alan bir bakış. Sokrates bu ifadenin arkasındaki 'gizli hakikati' detaylandırıyor (152d-e): Kendinde bir tek şey olan hiç bir şey yoktur: haklı biçimde bir şey ya da bir şey türü diyebileceğimiz hiçbirşey.. Bir şeye geniş dersin, kendini küçük gösterir, ağır dersin, hafif görünebilir [Parmenides ve Herakleitos da aynı fikirde?: her yöne giden ve zıddına dönüşen şeyler]... Gerçekte doğru olan şudur: varolduklarını söylediğimiz şeyler, hareket ve değişim ve bir diğeriyle karışma sonucu, bir varolmaya gelme sürecindedirler. Dolayısıyla 'vardır' [are] derken hatalıyızdır, zira hiçbir şey hiçbir zaman var değildir [is] ama herşey olmaya gelmektedir (coming to be).

Şimdi, diyalogdaki Sokrates'e göre (152e) Parmenides bir yanda, Herakleitos, Empedokles ve Protagoras diğer yanda. İkinci grup her şeyin hareket ve değişim halinde olduğundan hareketle empirisist bir bilgi kuramı öneriyor. İlk grup ise değişmeyenin varolduğunu, hatta ancak onun varolduğunu ve hakiki bilginin de buna dair olduğunu savunmakta. Yukarıdaki paragrafı düşündüğümüzde bu noktada ontoloji ve epistemolojinin nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu görüyoruz, en azından Platon'un kurgusu buna dönük (160d-e). Kendisi için bu birliktelik ne kadar önemli idiyise rakiplerine de aynını atfedebilme yolunda bir ebelik hüneri sergiliyor [ve metinde bu noktaya kadar matematiğe yapılan atıflar matematiksel bir teoremin ya da tanımın bu tip bir bilgiye analojik olduğunu hissettiriyor, daha sonra Timaeus'ta bu bağlantı daha kuvvetli hale gelecek].

*Plato, complete works, 1997, Ed by John M. Cooper, Hackett Publishing Company.
4b. reductio ad absurdum olarak KÖ'süzlük

182-3'te beni ilgilendiren esas hamle geliyor: herşey sürekli bir akış halinde olduğuna göre herhangi bir algılama sürekli elimizden kaçıp gidiyordur. Bu durumda mesela herhangi bir şeye 'görmemek' yerine 'görmek' diyemeyiz. Eğer herşey her yöne doğru hareket halindeyse herşey elimden kayıp gitmektedir ve herhangi bir konudaki herhangi bir cevap eşit derecede doğrudur: hem böyledir hem değildir, ya da böyle olmaya ya da olmamaya geçer denebilir. E böyle bilgi olmaz. Bir kere, varlığa erişemeyen kişi hakikate erişebilir mi? E peki bir şeyin hakikatine erişemeyen kişinin o şeyi bildiği söylenebilir mi? Demek ki bilgi deneyimler yoluyla elde edilemez (186c). Dahası, bilgi ne algıdır, ne doğru yargıdır, ne de doğru yargıya eklenmiş açıklama (210b).

Şimdi, sürekli değişip durma, her yöne değişme / gitme, dolayısıyla deneyimde / algıda hem öyle hem böyle olma, varolmama ama varolmaya gelme durumu herhalde kişileri de kapsayacağına göre, 166b'de konu doğrudan KÖ'ye bağlanıyor:

"Now, to begin with, do you expect someone to grant you that a man's present memory of something which he has experienced in the past but is no longer experiencing is the same sort of experience as he then had? That is very far from being true. Again, do you suppose he will hesitate to admit that it is possible for the same man to know and not know the same thing? Or --if he has misgivings about this--do you expect him to concede to you that the man, who is in process of becoming unlike, is the same as he was before the process began? Do you expect him even to speak of "the man" rather than of "the men", indeed of an infinite number of these men coming to be in succession, assuming this process of becoming unlike?"

[bu bir tür reductio ad absurdum]
4c. KÖ'süzlüğün gülünçlüğü

Biraz daha açıklama gerekliyse, Platon oluşun tarafını tutanları sayarken Homeros'u ve komedi yazarı Epicharmus'u da listeliyor (152e), onun ifadesiyle bu konunun KÖ'ye nasıl bağlandığını analım:*

[Girişte Parmenides'i hatırlatıyor] ... at least of the things which we are thus talking about now; on the contrary, they existed from all eternity. . .
[Daha sonra argümanı naklediyor. Bu parçayla ilgili geleneksel anlatıya göre, bir alacaklı borçlusunu pazar yerinde yakalamış, borçlusu ise artık aynı kişi olmadığından hareketle yükümlülüğünü savmaya çalışıyor:]
"a [borçlu]. But suppose some one chooses to add a single pebble to a heap containing either an odd or an even number, whichever you please, or to take away one of those already there; do you think the number of pebbles would remain the same?
b [alacaklı]. Not I.
a. Nor yet, if one chooses to add to a cubit-measure another length, or cut off some of what was there already, would the original measure still exist?
b. Of course not.
a. Now consider mankind in this same way. One man grows, and another again shrinks; and they are all undergoing change the whole time. But a thing which naturally changes and never remains in the same state must ever be different from that which has thus changed. And even so you and I were one pair of men yesterday, are another to-day, and again will be another to-morrow, and will never remain ourselves, by this same argument."

*Lives of the Eminent Philosophers by Diogenes Laërtius, translated by Robert Drew Hicks, Book III, 11.

Dolayısıyla Platon'un da, ölümde dağılıp giden dünyevi bedenimize karşıt biçimde, daha ziyade biçimler dünyasına benzeyen, parçasız, bölünmeyen, kendine özdeş, dolayısıyla ölümsüz olan, tanrısal kısmımız olan ve ölümden sonra tanrısal mevkisine gidebilecek olan bir ruh icat etmesi gerekmişti [bu bireyleşme kurgusu mesela Parmenides'te eksikti]. Fedon'daki argümanların ilk ikisi ölümden sonrasıyla ve reenkarnasyonla bağlantılı. Sonuncusu ise Parmenides'in Bir'e dair argümanlarının bir uyarlaması olarak okunabilir ama Platon çoktan kendine has düalizme (aynı ve değişen) varmış durumda.

Bu animizm ve şamanizmde bedenin adeta bir parçası olan ve bedensiz varolamayan ruhtan çok farklı. Beden dağıldıktan sonra yaşamaya devam ediyor, gah yıldızlara taşınıyor, gah Er Mitinde olduğu gibi reenkarne oluyor (Devlet 614-21). Bu mitteki kurgu ile (ve Pisagorculuk ile de) Jainizm'in reenkarnasyon kurgusu arasındaki benzerlikler dikkate değer [spekülasyon sevenler için Mcevilley, The shape of Ancient Thought]. Ama ayrıca hem andığım ruh tarifi hem de Er Miti Yahudilik-Hristiyanlık-İslam'daki öte dünya ve sınav kurgularının felsefi arka planı olarak da oldukça ilginç.

[Peki öbekler / sorites ve sınırsızca çoğalan kişiler üzerinden reductio'lar tarihte daha kaç kere tekrar edilmeli?]
<10.01.017> Descartes - Hume - Kant: Ruh üstüne
1a. Descartes ve 'Ben'

Kartezyen "Cogito" argümanının iyi bilinen versiyonları "Söylem"* ve "İlkeler"de** olmakla beraber, "Meditasyonlar"da*** da temkinli bir versiyon var:

Desc. 2. Med. 24. "I will suppose: then, that everything I see is spurious. I will believe that my memory tells me Iies, and that none of the things that it reports ever happened. I have no senses. Body, shape, extension, movement and place are chimeras. So what remains true? Perhaps just the one fact that nothing is certain." . . . 25. "But l have convinced myself that there is absolutely nothing in the world, no sky, no earth, no minds, no bodies. Does it now follow that I too do not exist? No: if I convinced myself of something then I certainly existed. But there is a deceiver of supreme power [aldatıcı bir cin/şeytan] and cunning who is deliberately and constantly deceiving me; and let him deceive me as much as he can, he will never bring it about that I am nothing so long as I think that I am something. So after considering everything very thoroughly, I must finally conclude that this proposition, I am, I exist, is necessarily true whenever it is put forward by me or conceived in my mind. But I do not yet have a sufficient understanding of what this 'I' is, that now necessarily exists. So I must be on guard against carelessly taking something else to be this 'I', and so making a mistake in the very item of knowledge that I maintain is the most ceration and evident of all."

Descartes kötücül bir cinin bizi aldatıyor olabileceğinden hareketle yöntemsel amaçlarla herşeyden şüphe ediyor. Daha sonra şüphe eden şeyin varolmak durumunda olduğunu iddia etmeye geçiyor. Fakat, kısaca 'ben' diye işaret edilen bu şeyin doğasını anlamak ayrı bir problem. Yukarıdaki argümandan Ben diye işaret edilen, süregelen, varkalan, kendi olan bir antite bulunduğunu iddia etmeye geçmek pek mümkün değil. Ben'in tekil / teklik olmadığını, bir çokluğa / çokluya, bu kelimenin karmaşık bazı sistemlere refere ederken kullanılabildiğini görüyoruz [inşacı - nominalist varyantları Rom Harre üzerinen bir not etmeyi düşünüyorum daha sonra]. Gelgelelim, Descartes aynı fikirde değil.

*Rene Descartes, 1998 [1637]. Discourse on Method and Meditations on First Philosophy. Fourth edition, Trans. Donald A. Cress, Hackett Pub. Company, Indianapolis /Cambridge.
**Rene Descartes, 1982 [1644]. Principles Of Philosophy. Trans. V. R. Miller & R.P. Miller, Kluwer Academic Publishing, Dordrecht, Boston, London.
***Rene Descartes, 1982 [1641]. Meditations on First Philosophy with Selections from the Objections and Replies, Trans. and ed. by John Cottingham, D. Reidel Publishing Company, Kluwer Group.
1b. Cogito ergo sum

Daha iyi bilinen 'cogito'ları da analım yeri gelmişken:

Söylem 4, 31-2: ". . . because I then desired to devote myself exclusively to the search for the truth, I thought it necessary that I do exactly the opposite, and that I reject as absolutely false everything in which I could imagine the least doubt, in order to see whether, after this process, something in my beliefs remained that was entirely indubitable. . . . I resolved to pretend that all the things that had ever entered my mind were no more true than the illusions of my dreams. But immediately afterward I noticed that, while I wanted thus to think that everything was false, it necessarily had to be the case that I, who was thinking this, was something [buraya kadar Meditasyonlardaki versiyonu özetliyor]. And noticing that this truth —I think, therefore I am—was so firm and so assured that all the most extravagant suppositions of the skeptics were incapable of shaking it, I judged that I could accept it without scruple as the first principle of the philosophy I was seeking."

İlkeler 1, §7: "That it is not possible for us to doubt that, while we are doubting, we exist; and that this is the first thing which we know by philosophizing in the correct order.

Further, while rejecting in this way all those things which we can somehow doubt, and even imagining them to be false, we can indeed easily suppose that there is no God, no heaven, no material bodies; and even that we ourselves have no hands, or feet, in short, no body; yet we do not on that account suppose that we, who are thinking such things, are nothing: for it is contradictory for us to believe that that which thinks, at the very time when it is thinking, does not exist. And, accordingly, this knowledge, I think, therefore I am, is the first and most certain to be acquired by and present itself to anyone who is philosophizing in correct order."
1c. Res cogitans vs. res extensa

Yine bizim için önemli olan bir hamle de hemen burdan sonra geliyor. Buna göre düşünen bir şey ile beden arasında bir ayrım olduğunu anlıyoruz. Bu sezginin temel sebebi düşünen şeye dair temel kesinliğimizin bedene atfedilen uzam, biçim, hareket gibi özellikleri içermiyor olması:

İlkeler 1, §8: "That from this we understand the distinction between the soul and the body, or between a thinking thing and a corporeal one.

And {it seems to me that} this is the best path to the understanding of the nature of the mind, and of the distinction between the mind and the body. For in examining what we may be, while supposing all things different from ourselves {and outside our mind} to be false; we clearly perceive that extension, or figure, or local motion (or any similar thing which must be attributed to a body) does not belong to our nature, but only the faculty of thinking, which is therefore known prior to and more certainly than any corporeal things; for we have already perceived this [thinking], and yet are still doubting the rest."

Beden düşünen tözden başka türlü ve onu tüm özelliklerinden önce esas olarak uzamlı olması tarif ediyor:

İ. 2, §8: ". . . For we clearly understand this supposed thing to be completely distinct, not only from God, but also from us or from our mind. Moreover, we seem to see clearly that the idea of it comes from external things, which it perfectly represents; and, of course, as has already been noticed, it is completely contrary to God's nature to be a deceiver. It must therefore be concluded with certainty that there exists a certain substance, extended in length, breadth, and depth, and possessing all those properties which we clearly conceive to be appropriate to extended things; and it is this extended substance which we call body or matter."

Bu noktayı açıklamak için 2. meditasyon boyunca yürütülen tartışmalara bakılabilir. En iyi kendi zihnimizi bilip anlıyoruz, çünkü bedeni bile en iyi müdrike anlıyor:

M. 2 34. "I now know that even bodies are not strictly perceived by the senses or the faculty of imagination but by the intellect alone, and that this perception derives not from their being touched or seen but from their being understood; and in view of this I know plainly that I can achieve an easier and more evident perception of my own mind than of anything else."
2. Hume: Hani nerde o en iyi bildiğimiz?

Treatise* 1. kitap, 4. bölüm, 6. kısım: "Of personal identity"de Hume diyor ki, p393-4 "There are some philosophers. who imagine we are every moment intimately conscious of what we call our SELF; that we feel its existence and its continuance in existence; and are certain, beyond the evidence of a demonstration, both o' its perfect identity and simplicity. . . . To attempt a farther proof of this were to weaken its evidence; since no proof can be derived from any fact, of which we are so intimately conscious; nor is there any thing, of which we can be certain, if we doubt of this."

Anılan felsefecilerden biri Descartes olabilirdi, zira D. için Ben'in kesinliği kadar Ben'in Ben olmasının kesinliği de tartışma götürmüyor; kendinden açık ilk kesinliğimiz bu. 'Basitlik' ise daha ziyade Platon'un 'ruh'una atfedilebilir. [En önemli referans olan Locke'a yapılan göndermeleri bu paketçikte görmezden geleceğiz, onu KÖ'nün genel tarihiyle ilgili bir pakette yerli yerine koymak istiyorum, Herakleitos'tan Sartre'a ilerleyen bu pakette kurmaya çalıştığım öykünün vurguları farklı]. Gelgelelim:

394. "Unluckily all these positive assertions are contrary to that very experience, which is pleaded for them, nor have we any idea of self, after the manner it is here explained. For from what impression coued this idea be derived?"

Bu eleştiri 'tüm gerçek fikirler bir izlenime / impression'a dayanmalı' diyen empirisist ilkeye temelleniyor. Elimde sadece şuna ya da buna dair tikel algılar var ve ama kendi'yi hiç bir yerde yakalayamıyoruz. Tüm izlenimlerin refere etmesi beklenen bu taşıyıcı kendi'ye ya da Ben'e dair hiç bir izlenimimiz yok, dolayısıyla buna dair bir gerçek fikrimiz de olamaz:

394. "If any impression gives rise to the idea of self, that impression must continue invariably the same, through the whole course of our lives; since self is supposed to exist after that manner. But there is no impression constant and invariable. Pain and pleasure, grief and joy, passions and sensations succeed each other, and never all exist at the same time. It cannot, therefore, be from any of these impressions, or from any other, that the idea of self is derived; and consequently there is no such idea."

395. "when I enter most intimately into what I call myself, I always stumble on some particular perception or other, of heat or cold, light or shade, love or hatred, pain or pleasure. I never can catch myself at any time without a perception, and never can observe any thing but the perception. When my perceptions are removed for any time, as by sound sleep; so long am I insensible of myself, and may truly be said not to exist. And were all my perceptions removed by death, and coued I neither think, nor feel, nor see, nor love, nor hate after the dissolution of my body, I should be entirely annihilated, nor do I conceive what is farther requisite to make me a perfect non-entity."

*David Hume, 2009 [1740]. A Treatise of Human Nature: Being an Attempt to introduce the experimental Method of Reasoning into Moral Subjects. Floating Press.
2b. Buket kuramı / Bundle theory

Dikkat edilecek olursa, birbirini takip eden kişi ya da Ben ya da anlardan değil daha da alt düzeyde, daimi bir akış içinde biribirini yerinden edip duran bir algılar çoklusundan bahsediyor, Ben bunların bir buketinden başka bir şey olamaz. Dahası bunları barındırdığı düşünülecek mevkiye / tiyatroya [yani zihne] dair de uzak yakın bir fikrimiz yoktur:

p396 ". . . I may venture to affirm of the rest of mankind, that they are nothing but a bundle or collection of different perceptions, which succeed each other with an inconceivable rapidity, and are in a perpetual flux and movement. ... The mind is a kind of theatre, where several perceptions successively make their appearance; pass, re-pass, glide away, and mingle in an infinite variety of postures and situations. There is properly no simplicity in it at one time, nor identity in different; whatever natural propension we may have to imagine that simplicity and identity. The comparison of the theatre must not mislead us. They are the successive perceptions only, that constitute the mind; nor have we the most distant notion of the place, where these scenes are represented, or of the materials, of which it is composed."

Daha sonra özdeşlik fikrinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya geçiyor. Birbiriyle ilgisiz ama benzer ya da sürekli nesnelere özdeşlik / aynılık atfedebilmemizi sağlayan tabii ki benzerlikler ve nedensel bağlantılar üzerinden nesneleri birbirine bağlayan hayalgücümüz. Şüphesiz akıp giden algıları bir süre koruyan hafızanın da burada vazgeçilmez bir rolü var [p408]. Yani bu bilincimizin / kontrolümüzün dışında / öncesinde işleyen hayalgücümüzün hafıza sayesinde oluşturduğu bir kurgu. Bu noktada Hume parça-bütün ilişkisi varyantlarını irdeleyerek zihnimizin nesneler, bitkiler ve hayvanlara dair ürettiği bir seri mükemmel olmayan özdeşlik durumunu inceliyor [Theseus'un gemisi meselesine atıf yapıyor p402] ve diyor ki:

p405. "The identity, which we ascribe to the mind of man, is only a fictitious one, and of a like kind with that which we ascribe to vegetables and animal bodies. It cannot, therefore, have a different origin, but must proceed from a like operation of the imagination upon like objects."
2c. Hume'un indirgemeciliği

Benzer eleştiriler basitlik varsayımına da uygulanabilir [p410-1]. Herhangi bir veriye (algıya, izlenime) dayanmadığına göre özdeşlik üzerine tüm tartışmalar sadece sözeldir, söze dairdir:

p410. "The whole of this doctrine leads us to a conclusion, which is of great importance in the present affair, viz. that all the nice and subtile questions concerning personal identity can never possibly be decided, and are to be regarded rather as gramatical than as philosophical difficulties. . . .* All the disputes concerning the identity of connected objects are merely verbal, except so far as the relation of parts gives rise to some fiction or imaginary principle of union, . . ."

Şimdi, bu bir indirgemecilik: Ben ya da kendi diye ayrı bir şey yoktur. Hume'un pozisyonu ile Budizm'i kıyaslayan,** hatta acaba Hume Budizm'den haberdar olmuş olabilir miydi diye soran*** çok ilginç incelemeler var. Diğer yandan tartışmayı dilsel / gramatik bir alana taşımaya dönük benzer güncel arayışları ileride Rom Harre üzerinden bir not etmek niyetindeyim.

Bir konu daha var, not etmek gereken: kendimize KÖ atfetmeden duramayışımızın bir sebebi var: tüm diğer motivasyonlarımız gibi bu da tutkularımızdan kaynaklanıyor; bu örnekte, kendimize dönük kaygımız [concern]:

396-7. "What then gives us so great a propension to ascribe an identity to these successive perceptions, and to suppose ourselves possest of an invariable and uninterrupted existence through the whole course of our lives? In order to answer this question, we must distinguish betwixt personal identity, as it regards our thought or imagination, and as it regards our passions or the concern we take in ourselves."

*Bu noktada beklenmedik [?] bir tür sorites geliyor: "Identity depends on the relations of ideas; and these relations produce identity, by means of that easy transition they occasion. But as the relations, and the easiness of the transition may diminish by insensible degrees, we have no just standard, by which we can decide any dispute concerning the time, when they acquire or lose a title to the name of identity."

**James Giles, The No-Self Theory: Hume, Buddhism, and Personal Identity, Philosophy East and West, Vol. 43, No. 2 (Apr., 1993), pp. 175-200
***Alison Gopnik, 2009, Could David Hume Have Known about Buddhism? Charles Francois Dolu, the Royal College of La Flèche, and the Global Jesuit Intellectual Network, Hume Studies Volume 35, Number 1&2, 2009, pp. 5–28
3. Kant: Aşkınsal paralojizmlerin üçüncüsü

Tabii Kant'ın da düşmanı o fena sofistler. Fakat işte gel gör ki aklın kendisi de bir sofist gibi davranıyor. Yani Hume'un haklı olduğu bir yan var, empirik öncüllerimiz olmadan gayrımeşru akılyürütmelerle bazı iddialarda bulunuyoruz. Daha fenası, işte en bilge olanlar bile bu sofistçe hallerden tamamen ari olamıyor, çünkü bu tip aldanmalar saf aklın kendisine içkin:

A339/B397 "... there will be syllogisms containing no empirical premises, by means of which we can infer from something with which we are acquainted to something of which we have no concept, and yet to which we nevertheless, by an unavoidable illusion, give objective reality. In respect of their result, such inferences are thus to be called sophistical rather than rational inferences; ... They are sophistries not of human beings but of pure reason itself, and even the wisest of all human beings can­ not get free of them; perhaps after much effort he may guard himself from error, but he can never be wholly rid of the illusion, which cease­lessly teases and mocks him."

Sözgelimi [Descartes gibi] hiç bir çokluk barındırmayan bir özneye dair aşkınsal kavramdan, bu öznenin mutlak birliğini çıkarsıyoruz, bunun adı aşkınsal paralojizm:

A340/B398 "In the first class of syllogisms, from the transcendental concept of a sub­ject that contains nothing manifold I infer the absolute unity of this subject itself, even though in this way I have no concept at all of it. This dialectical inference I will call a transcendental paralogism."

Buna göre, a priori olarak, saf ve basit ruha dair şunları çıkarsıyorum:

A344/B402 "1. The soul is substance, 2. In its quality, simple, 3. In the different times in which it exists, numerically identical i.e., unity (not plurality), 4. In relation to possible objects in space."

Bu elementlerden ruhun saf doktrininin tüm kavramları türeyebiliyor:

". . . immateriality; as simple substance, it gives us that of incorruptibility; its identity, as an intellectual substance, gives us personality; all these points together give us spiritual­ity; the relation to objects in space gives us the interaction with bodies; thus it represents the thinking substance as the principle of life in matter, i.e., as a soul (anima) and as the ground of animality, and this - limited by spirituality - is immortality."

*Immanuel Kant, (1998) [A1781, B1787]. Critique of pure reason. Trans. and ed. by Paul Guyer & Allen W. Wood, Cambridge University Press. >> Second Book of the Transcendental Dialectic, First Chapter, The paralogisms of pure reason.
3b. Descartes eleştirisi

Tabii esasında Kant doğrudan Descartes'ı değil 'akli psikoloji' diye adlandırdığı popüler bir anlayışı eleştiriyor:

A346/B404 "Now to these concepts four paralogisms of a transcendental doctrine of the soul are related, which are falsely held to be a science of pure rea­son about the nature of our thinking being. At the ground of this doctrine we can place nothing but the simple and in content for itself wholly empty representation I, of which one cannot even say that it is a concept, but a mere consciousness that accompanies every concept." [Basit ve içeriği olmayan temsil olarak [gösteren mi derdik?] 'Ben' ifadesi bizi Hume'un tavsiyesiyle paralel niçimde gramatik bir analize sürüklerken sonraki cümlede 'her kavrama eşlik eden bir bilinç' bizi yeniden bir anlamda empirik alana çekmiyor mu?]

Bu noktada A metni farklılaşıyor ve yukarıdaki 4 paralojizm'i ayrı ayrı eleştirmeye girişiyor. [Bizi en çok 3. paralojizm ilgilendiriyor: A361-366 "What is conscious of the numerical identity of its Self in different times, is to that extent a person.] B metni ise, sözgelimi Descartes'ın şüphe etmenin mevcudiyetinden Ben'in varlığına geçişine benzer bir hamleyi, yine örneğin Hume'un içebakışta kendi'ye rastlamadığı yolundaki analizine benzer bir yolda eleştiriye tabi tutuyor:

B407 ". . . [(1) akılyürütmedeki analitik ve doğru kısım:] that the I that I think can always be considered as subject, and as something that does not depend on thinking merely as a predicate, must be valid - this is an apodictic and even an identical proposition; [(2) sentetik ve hatalı kısım:] but it does not signify that I as object am for myself a self-subsisting being or substance. The latter goes very far, and hence demands data that are not encoun­tered at all in thinking, and thus (insofar as I consider merely what thinks as such) perhaps demands more than I will ever encounter any­ where (in it)."

Sonrasında ben'in basitliğine / birliğine dönük eleştiriyi yerli yerine oturtuyor:

B407-8 "[1] That the I of apperception, consequently in every thought, is a single thing that cannot be resolved into a plurality of subjects, and hence a logically simple subject, lies already in the concept of thinking, and is consequently an analytic proposition; [2] but that does not signify that the thinking I is a simple substance, which would be a synthetic proposition."
3c. Kant ve KÖ

Bu noktada özdeşlik eleştirisine geliyoruz, sadece a priori akıl yürütme ile Ben'in varlık ve özdeşliğine dair bir sonuca varamayız, bu akıl yürütmeler geçerli olsa bile:

3. madde / paralojizm: B408 ". . . [1] The proposition of the identity of myself in everything manifold of which I am conscious is equally one lying in the concepts themselves, and hence an analytic proposition; [2] but this identity of the subject, of which I can become conscious in every representation, does not con­cern the intuition of it, through which it is given as object, and thus cannot signify the identity of the person, by which would be understood the consciousness of the identity of its own substance as a thinking being in all changes of state; in order to prove that what would be de­manded is not a mere analysis of the proposition "I think," but rather various synthetic judgments grounded on the given intuition."

Devamındaki 4. madde Ben, bedenim ve diğer şeyler arasındaki ilişkilere dair bilginin sentetik doğasını ortaya koyuyor. Ve sonra şu sonuca varıyoruz:

B409 "Thus through the analysis of the consciousness of myself in thinking in general not the least is won in regard to the cognition of myself as object. The logical exposition of thinking in general is falsely held to be a metaphysical determination of the object."

Yukarıda italik kısım özdeşlik, ya da KÖ kavramlarına dönük apriori taleplerimiz ve bunların refere ettiği olgular arasındaki kaçınılmaz kopukluğa işaret ediyor. Bu durumda, düşünen bir şeye a priori olarak atfettiklerimiz şunlar [yukarıda andığım ilk formülasyondan farklı olmasının sebebi bunun 'saf ve basit bir özne'ye değil 'düşünen bir varlığa' dair olması]:

B419: ". . . after everything empirical has been detached from it . . . what pertains to a thinking being in general: 1. I think, 2. as subject, 3. as simple subject [unity of apperception], 4. as identical subject (in every state of my thinking)."

Sonuç olarak:

B426-7 "I confuse the possible abstraction from my empirically determined existence with the supposed consciousness of a separate possible existence of my thinking Self, and believe that I cognize what is substantial in me as a transcendental subject, since I have in thought merely the unity of consciousness that grounds everything determinate as the mere form of cognition."
3d. Ruhun dönüşü

Kant yukarıda andığımız tartışmayı sonuçlandırmadan önce şöyle yazmıştı:

B 420: "... if material­ism will not work as a way of explaining my existence, then spiritual­ism is just as unsatisfactory for it, and the conclusion is that in no way whatsoever can we cognize anything about the constitution of our soul that in any way at all concerns the possibility of its separate existence."

Ruhun ayrı bir varoluşu olup olamayacağına dair herhangi bir şeyi bilemiyorduk zira ruhun mahiyetini bilemiyorduk en başta. Ancak, bilindiği gibi Pratik Usun Eleştirisi'nde Kant ruhu yeniden denkleme sokmanın bir yolunu bulacaktı. İyiliğin kemali pratikte buna bağlı olduğu için ruh ölümsüz olmalıydı.

Geçmeden, bir not olarak, Mendelssohn'un ruhun sürekliliğine dönük kanıtının reddiyesi kısmı oldukça ilginç, çünkü burada bilincin extansif olmasa da intansif büyüklüklere konu olduğunu ve bu büyüklüklerin de derece derece kaybolma durumunu üretebileceğini, hatta olasılıkla bölünme, birleşme, çoğalma durumları üretebileceğini speküle ediyor! Bu konuya Bergson'da döneceğiz:

dipnot B415-8 "... Just as one can think of all the powers and faculties of the soul, even that of consciousness, as dis­appearing by halves, but in such a way that the substance always remains; so likewise one can without contradiction represent this extinguished half as pre­served, yet not in it but outside it; only since everything real in it, conse­quently having a degree, and so its whole existence, lacking in nothing, has been halved, another particular substance would arise outside it. For the mul­tiplicity that was divided already existed previously, yet not as a multiplicity of substances, but rather of that reality as a quantum of existence in it, and the unity of substance was only a way of existing, which through this division alone is transformed into a plurality of subsistence. But in this way too several simple substances could once again fuse together into one, and nothing would be lost except merely the plurality of subsistence, since the one substance would contain the degree of reality of all the previous ones together in itself; and perhaps the simple substance, which gives us the appearance of a matter ... might produce offspring-souls through such a dynamic division of the parent-souls, as intensive magnitudes, which would meanwhile replace what had departed from them by a coalition with new material of the same kind."
4. Kıssadan hisse

Descartes en iyi bildiğimiz, hatta kesin olarak tek ve ilk bildiğimiz şeyin, 'Ben' olduğunu, kendimizin varlığı olduğunu iddia etmişti. Öte yandan bu 'Ben'in mahiyetinin anlaşılmasının daha öte araştırma / akıl yürütme gerektirdiğini de teslim etmişti. Burada zihnimizin kendi kendisini, en iyi kendi kendisini bileceğine dönük bir güven de açıkça ifade bulmuştu.

Hume'un zihni melekelerimize güveni de aslında yukarıdakiyle bir duygudaşlık taşıyor gibi. Elindeki tek araç içebakış, tek veri de zihne düşen izlenimler. Yani bilmenin toplumsal yönü hiç hesaba katılmamış, verinin kendisindeyiz; izlenimlerde, algılardayız, şuurun doğrudan doğruya verilerinin ta kendisiyle ilgileniyoruz, tüm bilginin zemini olarak. Bu temelden başlayarak bilginin ağacını yeniden inşa edebilecek miyiz?

Bu güvenlerde bir akrabalık var. Bilgiye doğrudan erişen yer zihnimizdi, bilgi akıl yürütme ile bulunacak ya da algı yoluyla kaynağından türeyip zihnimize düşecekti. İki bakış da zihinsel melekelerimizde doğru bilgiye ulaşmak için yeterli zemin buluyor. En iyi bileceğimiz şey tabii kendimizdik ama kendimizin varolmadığını da en iyi bilecek bizdik, 'Ben'in olmadığını da birinci tekil şahıs olarak ben bilecektim, ben algılarsam ya da akıl yürüterek bulursam vardı [Descartes], algılamazsam [Hume] ya da akıl yürütmelerim başka yöne varırsa [Parmenides] yoktu.

Kant da bilmenin ancak duyarlığa etki eden veriden başlayabileceğini öne sürecek (yani zihne dışarıdan geliyor), bunların sezgilerde sentezlenip temsil halini aldığını ve ancak bu sentezden sonra temsillerin müdrike tarafından objeler olarak sentezlenebileceğini iddia edecekti. Yine Kant'a göre, evet a priori akıl yürütmem beni, düşünüyor olmamdan hareketle [cogito], tekil / basit ve özdeş bir özne olmaklığıma getiriyordu, getirmeden edemiyordu hatta. Böylece düşünen şeyin ve ruhun nasıl olacağına dair a priori kurgular elde ediyorduk. Öte yandan, iş bunların tözler olarak kendi başlarına varolmalarına geldiğinde a priori akıl yürütme bilgi kaynağı değildi. Bu tip bilgi, Hume'un da dediği gibi sezgiden başlamalıydı. Yani görüleceği gibi Kant da akla dönük güveni paylaşıyordu. A priori akıl yürütmelerimiz esasında geçerliydi. Sadece bir tek sorun vardı, bu kurgulara karşılık gelen gerçek şeylerin olup olmadığını kesin olarak karara vardıramıyorduk, bunlarla ilgili bilgimiz kesin değildi. Olabilirlerdi. Olur idiyseler aklın anlattığı gibi olmalıydılar. Ama var mıydılar?
4b. Bilindik dünyanın sonu

Zihinsel melekelerimizin araçsallığının ve sınırlarının farkına varmak gerekir. Kant, Arı Us kurgusunda oldukça esaslı / derin ama yanıldığı yer var. Kant'ın akla güveninin zemini olan Newton Fiziği ve 4 boyutlu uzay-zaman kurguları önce İzafiyet kuramı ve daha sonra Kuantum mekaniği üzerinden çökecek ve artık imgeleyemediğimiz bir dünyada yer almaya başlayacaktık. Belki biz sezginin bize sunduğu dünyayı belirli bir düzenlilik içinde anlıyorduk gerçekten, bazı yasalar ve kurgular bize çok açık ve doğru görünüyordu ama bunlar esasında hatalıydı. Evren böyle bir yer değildi. Kendinde şey'in yasasızlığından bahsetmiyorum, algıladığımız / sezdiğimiz evren aklın anladığı gibi, yani Klasik Mekaniğin öykülediği gibi değil.

Sonuç olarak evrenin 4 boyutlu homojen modelleri bırakılacak, zaman ve mekanın kütle ve hıza göre büküldüğü, çok boyutlu ve hiçbiri kavrayışa açık olmayan, hiçbirini zihnimizde canlandıramadığımız modellere geçecektik. En küçük parçacıklar atom olmaktan çıkacak, evrenin dibi çözülecek, varolmaya gelip-gidebilen parçacıklar nedensellik anlayışımızı, bilardo evrenimizi dağıtacaktı.

Evrenimiz, dünyamız bizim sezgimize uygun değildi aslında, kendimiz de sezgimize uygun değildik. Değişen-değişmeyen ayrımının yerine sürekli bir dönüşümün ve şekilllenmenin temel birimi olan fark[lılaşma] gelecek, aklın / anlamanın önceliği ortadan kalkacak, kendi adına yaratım ve kavramların araçsallaşması ikilisi yaygınlaşacaktı --aynı matematiğin pratikten ve sezgiden kopuşunda olduğu gibi.

Özdeşlik ve KÖ ile ilgili olarak da, ilk kabul etmemiz gereken zamanda sürekliliği hem anladığımız hem anlamadığımız. Kantçı bir terminolojide bu kavramların transandantal olduğunu iddia edebilirdik. Hem sürekliliğin bilişsel şemasına sahibiz hem de aynı kalmanın. Ama bu iki bakış birbiriyle uyuşmuyor, burada kökensel bir uyuşmazlık var ve bu uyuşmazlık zihnimizin yapısına ait [bir spekülasyon: bu tip uyuşmazlıklar barındırmayan bir bilişsel sistem nasıl kurulurdu?]. Bir şeylerden söz etmek için onların zamanda aynı kaldığını varsaymaya ihtiyaç duyuyoruz ama aynı da kalamayacaklarını düşünüyoruz.
4c. KÖ kavramı ve aciliyetleri

KÖ'yü özdeşliğin dışında kurmak hep bir gerek olmuştu, zira değişenin değişmesini korumak gerektiği ama yine de aynı kalmak gerektiği artık iyice anlaşılmıştı. Mesela ölümden ve uykudan sonra yeniden doğmak ya da on yıl sonraki kendimle aynı olmak gibi hayati konularda bu gerekliydi. Dolayısıyla ödeşlik kavramındaki 1e1 ilişki kısıtı korundu, aynı kalmak yerine de nedensel süreklilik geçirildi. Bu, dünyayı ve kendimizi anlama biçimimizle bir pazarlıktı çünkü her durumda kavram dumura uğramaya devam ediyordu. Felsefenin yaptığı kavramı kurtarmaktan ziyade dumur durumlarına başarıyla işaret etmek oldu. İş kavramımızı bize kabul edilir ve sıcak görünen bir yolda kurtarmak idiyse, o zaman artık aslında felsefeden deneysel alanlara, psikolojiye, bilişsel bilimlere ve deneysel felsefeye ve hatta dilbilimsel yorumlara geçiş yapmak kaçınılmaz olmuyor muydu?

Antik dönemden 90lara kadar gelen tarihsel döküme bir ara özet olarak [Bu tarihsel döküm daha epey devam edecek], KÖ konusunun şöyle aciliyetleriyle karşılaştık:

Pragmatik:

- Ölüm, ölümden sonra yaşam
- Gündelik süregelme, genç-yaşlı, öncesi-sonrası, uyku ve sonrası vd.. [hukuki sıkıntılar]

Bilişsel:

- Özdeş ve değişenin iki farklı ve dışlayıcı biliş formu olması. Şeyleri ya o ya bu gözle görmemiz.

Epistemolojik:

- Değişen üzerine kesin bilgi kurulamayacak olması.

Sunday, January 8, 2017

kişisel özdeşlik 1

<11.06.012>  giriş gibi:
'kişisel özdeşlik' ezelden ebede ucunu kovaladığım bir tema. bir dönem felsefe okumalarım için en temel motivasyon kaynağı haline de gelmişti... bu blogu da esasında bu tema üzerinden başlatmıştım.. not etmem gereken çok başlık var.

genelinde özdeşlik ve onla bağlantılı olarak kişisel özdeşlik konusu tüm felsefe tarihinin en önemli çalışma alanlarından biri olagelmiş. bu konuda bir takım spekülasyonlar sunan budist geleneklere bir göz atmak gerekiyor en başta. sonra antik yunan'da parmenides ve herakleitos'a uğramak lazım. onların fikirlerini özgün bir düalizmde uzlaştıran, aynı anda da konunun bir problem olarak tariflenmesini sağlayan platon'un bazı metinleri üzerinde uzun uzun durmaya değer..

bu konuyu incelerken zihin felsefesi, yapay zeka, hesaplama kuramları, bilişsel bilim vb. alanlara yayılmak gerekiyor. ama ayrıca analitik diye adlandırılan felsefe geleneğinde bireysel özdeşlik üzerine son 40 yıldır daha da yoğunlaşmış bir tartışma sürdürülmekte. bu tartışma kendi köklerini locke'a kadar geriye götürüyor. güncel isimler ise lewis, williams, nozick, parfit vd...

öte tarafta, kıta felsefesi diye anılan felsefe geleneklerinde de özdeşlik sorunu merkezi önemde olagelmiş. tuhaf bir tür özdeşlik (karşıtlığı? / yokluğu?) anlayışı hegel'de merkezi önemde ve kendi-için-varlık'ın özdeşleşme olanaksızlığı (hiçliği, özgürlüğü) sartre'ın 'fenomenolojik ontolojisinin' temel taşı. bergson, heidegger, levinas, deleuze ve derrida da özdeşlik,  ayrım, başka, öteki ve yineleme üzerine yazmışlar.. bu metinlerin her biri üzerine de yazmak istiyorum.

tüm bunların dışında, şurda burda, antik ve antik-öncesi metinlerde konuya dokunan pasajlar buldukça not almaktaydım.. onları da not aldığım yerlerde buldukça eklemek istiyorum. gençlikte bunu yazarım ve entelektüel faaliyetimi sonlandırırım diye düşünüyordum :] galiba biraz zaman alacak...
<27.12.009> öykücülük ve özdeşlik [Oliver Sachs]: 
... "Jimmie G., another Korsakov’s patient, whom I have already described at length (Chapter Two), had long since cooled down from his acute Korsakov’s syndrome, and seemed to have settled into a state of permanent lostness (or, perhaps, a permanent now-seeming dream or reminiscence of the past). But Mr Thompson, only just out of hospital—his Korsakov’s had exploded just three weeks before, when he developed a high fever, raved, and ceased to recognize all his family—was still on the boil, was still in an almost frenzied confabulatory delirium (of the sort sometimes called ‘Korsakov’s psychosis’, though it is not really a psychosis at all), continually creating a world and self, to replace what was continually being forgotten and lost. Such a frenzy may call forth quite brilliant powers of invention and fancy—a veritable confabulatory genius—for such a patient must literally make himself (and his world) up every moment. We have, each of us, a life-story, an inner narrative—whose continuity, whose sense, is our lives. It might be said that each of us constructs and lives, a ‘narrative’, and that this narrative is us, our identities.

If we wish to know about a man, we ask ‘what is his story—his real, inmost story?’—for each of us is a biography, a story. Each of us is a singular narrative, which is constructed, continually, unconsciously, by, through, and in us—through our perceptions, our feelings, our thoughts, our actions; and, not least, our discourse, our spoken narrations. Biologically, physiologically, we are not so different from each other; historically, as narratives—we are each of us unique.

To be ourselves we must have ourselves—possess, if need be re-possess, our life-stories. We must ‘recollect’ ourselves, recollect the inner drama, the narrative, of ourselves. A man needs such a narrative, a continuous inner narrative, to maintain his identity, his self.

This narrative need, perhaps, is the clue to Mr Thompson’s desperate tale-telling, his verbosity. Deprived of continuity, of a quiet, continuous, inner narrative, he is driven to a sort of narrational frenzy—hence his ceaseless tales, his confabulations, his mythomania. Unable to maintain a genuine narrative or continuity, unable to maintain a genuine inner world, he is driven to the proliferation of pseudo-narratives, in a pseudo-continuity, pseudo-worlds peopled by pseudo-people, phantoms."...

Oliver Sacks, The man who mistook his wife for a hat and other clinical stories. 1985 baskısı.


>> bu linkte de Daniel Dennet'in konuyla bağlantılı (okunması gereken) bir yazısı var:

<01.04.010> ...

"... When you get a concussion, the few instants before it happened are obliterated from your mind, as if you had never been conscious at that time. Just think-if you were knocked on the head at this moment, there would be no permanent trace left in your brain of your having read these past few sentences. Who, then, has been experiencing them? Does an experience only become part of you once it has been committed to longterm memory? Who is it that has dreamt all those many dreams you don't remember one bit of? Just as "now" and "I" are closely related terms, so are "here" and "I." Consider the fact that you are now experiencing death, in a curious way. Not being in Paris right now, you know what it is like to be dead in Paris. No lights, no sounds-nothing. The same goes for Timbuctu. In fact, you are dead everywhere-except for one small spot. Just think how close you are to being dead everywhere! And you are also dead in all other moments than right now. That one small piece of space-time you-are alive in doesn't just happen to be where your body is now-it is defined by your body and by the concept of "now." Our languages all have words that incorporate a rich set of associations with "here" and "now" namely, "I" and "me" and so on. ..."

Hofstadter and Dennet, eds., 1982, The Mind's I, p410. 

[nagel'in "nedir yahu bir yarasa gibi olmak?" adlı, pek de heyecan verici olmayan (ama ünlü) yazısına pek de heyecan verici olmayan bir yorum yazıyorlarmış araya böyle bir pasaj sıkışmış... ]
<09.11.015> greg egan, diaspora, 1997:

bu kitabı uzun zaman önce bir kenara kaydetmiştim. hardcore bilimkurgu romanı olarak tarif ediliyor ve öyle. bu açıdan incelemeyeceğim ama bu romanı. kitabın daha ziyade yan temalarından biri olarak orasına burasına serpiştirilmiş bireysel özdeşlik motifleriyle bir derdim var. o yüzden de kısaca kitabın evrenini anlatmam gerekiyor.

ilerleyen yüzyıllarda bir grup insan zihinlerini bir hesaplama ortamına aktarmışlar ve bu ortamda çeşitli şekillerde çoğalıyorlar da.. zihnin hesaplamalı kuramı, ya da hesaplamasal zihin kuramı.. ve fakat bu bireylerin çoğu hala büyük ölçüde insan zihinleri olarak yaşıyorlar ve ama bir kısmı farklı türde zihin hallerine doğru ilerlemiş ve düşünen / akıllı sistemler bir miktar çeşitlenmiş durumda.

eh, zihinler bir takım dijital hesaplama ortamlarında işleyen birer bilgisayar programına dönüştüğünde sinirsel zihinlerin donanım ve işleyişleri arasındaki katı eşleşmeden kurtulmak sözkonusu oluyor. farklı hesaplama ortamları arasında transfer edilebilen, kopyalanabilen, görece daha bir özgürce dönüştürülebilen, çoğaltılabilen ve yeniden bütünleşebilen zihinsel yaşamlardan sözedebiliyoruz. veri halinde uzayın başka bir noktasına aktarılabilir, oradaki hesaplama ortamında işlemeye devam edebilirsiniz, hatta başka bir uzaya geçiş yapabilirsiniz, binlerce klona bölünüp paralel hayatlar yaşayabilir, kendinizi yedekleyip büyük riskler alabilir, birden çok kaderi paralel takip edebilir ya da şahsiyet gradyanları oluşturacak şekilde ardışık klonlar boyunca dönüşebilirsiniz. yani.. siz?

ve egan greg de bu temaların hepsini ve daha fazlasını roman boyunca örnekliyor. farkedileceği gibi bu varyasyonların bir kısmı bireysel özdeşlik tartışmalarının düşünce deneyleriyle çakışıyor: ışınlanma, yarılma, birleşme, klonlanma ve bunların türevleri... hesaplama ortamına transfer işleminden başlayarak kendimizi bireysel özdeşlik tartışması içinde buluyoruz. sinir sistemim, zihinsel yapısı tam olarak haritalanabilsin diye, moleküller boyunca taranıp buharlaştırılırken, ölmüş değil miyim? kod olarak bilgim başka bir ortamda işlemeye başladı diye yaşamaya devam ettiğimden söz edebilir miyiz? [bkz. ışınlanma kurguları]

p. 35 - Yatima’s clone started up in the gleisner body and spent a moment reflecting on vis situation. The experience of “awakening” felt no different from arriving in a new scape; there was nothing to betray the fact that vis whole mind had just been created anew. Between subjective instants, ve’d been cross-translated from Konishi’s dialect of Shaper, which ran on the virtual machine of a womb or an exoself, into the gleisner version which this robot’s highly un-polis-like hardware implemented directly. In a sense, ve had no past of vis own, just forged memories and a secondhand personality ... but it still felt as if ve’d merely jumped from savanna to jungle, one and the same person before and ... [bkz. parfit'in soruları: "does it matter?" "is it as good?"]

ve romandaki insanların bir kısmı taranma işlemine katı, hatta ideolojik bir hayır cevabı veriyorlar. ölümlü biyolojik hayatı ölümle gelen bir ölümsüzlüğe yeğliyorlar. fakat, ilk olarak, bir kere kod halindeyseniz, ondan sonrası ne farkediyor? ama daha derinde, zamansal özdeşlik açısından kod halinde olmak ya da biyolojik bedende olmak bir fark yaratıyor mu? derek parfit, biri en az diğeri kadar iyi diyecekti; ikisi de eşit derecede kötü demek yerine.
p. 35 - The original Yatima had been suspended by vis exoself prior to translation, and if everything went according to plan that frozen snapshot would never need to be restarted. The Yatima-clone in the gleisner would be re-cloned back into Konishi polis (and re-translated back into Konishi Shaper) then both the Konishi original and the gleisner-bound clone would be erased. Philosophically, it wasn’t all that different from being shifted within the polis from one section of physical memory to another — an undetectable act which the operating system performed on every citizen from time to time, to reclaim fragmented memory space. And subjectively, the whole excursion would probably be much the same as if they’d puppeted the gleisners remotely, instead of literally inhabiting them ...

bir uzay aracının ya da insansı robotun içinde işlerken kaza geçirip yokolduktan sonra yedeğimizden yeniden ana sisteme yükleniyorsak burada da robert nozick'in 'en yakın takipçi' kurgusunu hatırlıyoruz:

p. 39 - Yatima replied without hesitation. “Quicksand. We both fall into quicksand, so we can’t even communicate with each other. We just float beneath the surface until our power runs out.” Ve checked vis gleisner’s energy store, a sliver of magnetically suspended anticobalt. “In six thousand and thirty-seven years.” “Or five thousand nine-hundred and twenty.” Shafts of sunlight had begun to penetrate the forest; a flock of pink-and-gray birds were making rasping sounds in the branches above them. “But our exoselves would restart our Konishi versions after two days — so we might as well commit suicide as soon as we’re sure we wouldn’t make it back by then.” Inoshiro regarded ver curiously. “Would you do that? I feel different from the Konishi version already. I’d want to go on living. And maybe someone would come along and pull us out in a couple of centuries.” Yatima thought it over. “I’d want to go on living — but not alone. Not without a single person to talk to.” [bkz. fission ve closest continuer]

hafızada kopyalanarak klonlanmamız, veri halinde uzaktaki bir kente bir kopyamızın gönderilmesi, geride kalan klonumuzun hafızada tutulması ya da işler halde durması, ışınlanma, klonlanma ve beyin nakli yoluyla yarılma kurgularını karşılıyor. bu klonların yeniden birleşmesi ise füzyon kurgularını. tabii, milyarlarca yıl sürebilen zihinsel yaşantılar ister istemez başı sonunu tutmayan bir dönüşümler setini akla getiriyor. hermann mesela, karakterini tekrar tekrar yeniden icat ediyor, ya da hafızasını silen, dönüştüren bireyler de romanda örnekleniyor ve bunu ölümle eşleştirenler de:

P.44 - Yatima was annoyed. “What’s wrong with that? There’s not much point to longevity if all you’re going to do with your time is change into someone else entirely. Or decay into no one at all.” [bkz. methuselah]

özetle, roman bireysel özdeşliğe dair akademik tartışmanın ana momentlerini ve bunları görselleştiren düşünce deneylerini ete kemiğe büründürüyor. daha ileri gidip 'edebiyat tüm bu tartışmanın varoluşsal yükünü ve manasını okuyuculara aktarıyor' diyeceğim ama öyle değil. belki olsa olsa 'koda, hesaplamaya büründürüyor' demek daha doğru olur. kitapla ilgili temel eleştirim bu noktaya yönelecek. doğru, öyle bir kurgu öyle bir evren ortaya serilmişti ki bireysel özdeşlik tartışmasının tüm varyantlarını işlemeyi sağlayabiliyordu; ama tüm varoluşsal yükünden arınmış halde. problematik özdeşlik halleri bize ait değildi, biz olmayana, başka tür zihin durumlarına, hipotetik zihinlere aitti. e bireysel özdeşlik ama neden önemli bir problemdi? özdeşliğin genel tartışmasının dışında, nasıl bir varoluşsal aciliyeti vardı? özdeş olabiliyorduysam ya da olamıyorduysam bunun önemi var mıydı? ve, daha önemlisi, belki aynı eleştiri akademik tartışmaya hakim olan tüm düşünce deneylerine de yöneltilmeliydi?

diaspora topu taca atarken konuyu öyle hafifletiyor ki bireysel özdeşlik konusu teknik bir pornografinin kenarındaki hafif / güçsüz / kıvamsız bir motif olarak kalıyor...
<10.11.015> borges [the nothingness of personality*]: 
öğrendim ki borges'in böyle bir metni var*. geçen haftaya kadar dikkatimi çekmemeyi başarmış olması... yazı şu anki ben'in tamlığını anlatıyor ve bu tamlığın kendi ve şahsiyet ile ilişkisizliğini... bu, bana da sorsanız, bireysel özdeşlikle ilgili varoluşsal anlatının merkezi:

 ... There is no whole self. Any of life’s present situations is seamless and sufficient. ... [ben yaşantısının anlık bütüncüllüğü vs. zamansal bütünleşememe hali]  

... Are you, as you ponder these disquietudes, anything more than an indifference gliding over the argument I make, or an appraisal of the opinions I expound? ... [delil olarak empirik gözlemler]

 ... I, as I write this, am only a certainty that seeks out the words that are most apt to compel your attention. The proposition and a few muscular sensations, and the sight of the limpid branches that the trees place outside my window, constitute my current I. ... 

 ... No one, on thinking about it, will accept that the self can depend on the hypothetical and never realized nor realizable sum of different states of mind. ... They err, as well, who suppose that the negation of personality I am urging with such obstinate zealotry refutes the certainty of being the isolated, individualized, and distinct thing that each of us feels in the depths of his soul. ... 

 ... The sensation of cold, of spacious and pleasurable suppleness, that is in me as I open the front door and go out along the half-darkness of the street is neither a supplement to a pre-existing self nor an event that comes coupled to the other event of a continuing and rigorous self. [ne kadar arasam da kendi'yi bulamıyorum (bkz. hume)] ... 

... There is no whole self. It suffices to walk any distance along the inexorable rigidity that the mirrors of the past open to us in order to feel like outsiders, naively flustered by our own bygone days. ... [hafızamdaki kendi'nin dışında kalıyorum, ben başka, hafızada kovaladığım başka kişi]

... He saw that he was like everyone else: that is, that he was no one, or little more than an unintelligible cacophony, persisting in time and wearing out in space. ... [kimse olmamak]

*yazı şu kitapta: Borges, J. L. (2000). Borges: Selected Non-Fictions. (E. Weinberger, Ed., E. Allen & S. J. Levine, Trans.). New York: Penguin. 
kitap ise bu linkte bulunabilir.
<18.11.016>Thomas Metzinger ve Hiç Kimse Olmamak:
1. 
Deneysel felsefeci Thomas Metzinger (M) aynı zamanda R. Scott Bakker'in bilimkurgu 'thriller'ı Neuropath'ın kahramanı Thomas olsa gerek. T. bir kitap yazıyor, hayat değiştiren türde bir kitap. T.'nin en yakın arkadaşı Nörolog Neil ise kağıtta etkisizce yatan görüşleri ete kemiğe büründürüyor, yani insanların sinirsel sistemine müdahale ederek bilinçli yaşantıların nasıl indirgemeci biçimde tariflenebileceğini, daha da ötesi bu teknoloji kullanılarak insanların bilinçli yaşantısının nasıl manipule edilebileceğini gösteriyor. Buna da "the Argument" denmiş; Sav.

İşte o kitap, kanımca, Being No One'ın ta kendisi (BNO). Tabii M. bu kitaba bir de "Precis" (P) yazmış, çünkü BNO--Amerikanca bir ifadeyle--'kötü yazılmış' bir kitap. Yani bir Arı Us ile kıyaslayalım, Arı Us uzun ve karışıktır ve ona da bir açıklama kitabı yazılması gerekmiştir ama her satırı da yerindedir, lazımdır; konusu karışıktır, tartışılmaya değerdir ve gereğince tartışılmıştır. Ama BNO daha ziyade gereğinden fazla uzatılmış bir kitap. Lafın tamamı aptala söylenir diyoruz ama aptal bu kadar uzun ve karışık bir... O yüzden, akademik makalelerine, BNO'ya ve P'ye ek olarak M. bir de çok daha sade popüler-bilim kitabı yazmış, bu kitabın adı da The Ego Tunnel (ET). [ET'nin 'ben' ve 'özgür irade' yanılsamalarıyla ilgili kısımlarını ayrı bir paket olarak başka bazı kitaplarla birlikte ele alma niyetim var.]

M. diyor ki, "sizi 'kendi' [self] diye bir şeyin varolmadığına ikna etmeye çalışacağım" (ET, intro.). Önerilen indirgemeciliği detaylandırırsak (BNO 641): kendi[lik]ler [selves] bağımsız bireysel antiteler, ya da tümüyle kendilerine dayalı olarak varolabilen ontolojik tözler, ya da gizemli biçimde değişmeden kendi kalabilen, bu şekilde zamanda özdeşliği sağlayan özler olarak varolmazlar. Bireysellik (basitlik ve bölünmezlik anlamında), tözsellik (ontolojik otonomi anlamında) ve özsellik (zamanaşırı aynılık anlamında) kendi[lik]lerin özellikleri değildir. Ve bu anlamda biz hiçkimseyizdir [no one] ve dünyada kendi[lik]ler diye bir şey bulunmaz, ya da en azından açıklayıcı bir kuram için 'kendi' gerekli bir kurgu değildir.
2. 
Her ne kadar altta yatan indirgemecilik, bir eliminativizm olduğu iddia edilerek kitabın esas savı olarak sunulsa da (Budistler ve Hume ile krş.) genelinde M.'nin yapıtı önce bilincin sonra da 'kendi'ye dair kurguların (ben, benim, kendi, şahıs, vd.) nasıl süreçler içinde açığa çıktığına dair bir kavramsal kurgu önermekle ilgileniyor. Ve bu kurgu en sonunda şunu demeye varıyor: 'Kendi' yoktur, bilinçli yaşantının parçası olan kendi-modelleri vardır (Phenomenal Self Models, PSM) ve bunların model olduğu anlaşılmaz (bunlar geçirgendir [transparent]) (BNO 16). 'Kendi' PSM'in içeriğidir, dolayısıyla değişmeyen bir özden değil karmaşık bir öz-temsil sürecinden sözetmekteyizdir (BNO 641). Tözselliğe, özselliğe ve bireyselliğe dair fenomenal deneyimler bu temsili içeriğin özel biçimleridirler (P 3-4).

Bu noktada görüyoruz ki, daha özenli bir kategorizasyonda, M. bir indirgemeci olarak da anlaşılabilir. Parfit'in kendi pozisyonunu indirgemecilik olarak tariflemesiyle karşılaştıralım, P.'ye göre 'kendi'ye dair işleyişler sinirsel düzeyde yeterli biçimde açıklanabilir, dolayısıyla o düzeye indirgenebilir, ek bir kurgu olarak kendi'den bahsetmemiz fazlalıktır. Eliminativist (mesela Hume) "o şey yoktur, baştan başa yanılsamadır" derken indirgemeci "o şey vardır ama daha alt düzeydeki bir mekanizmayla da anlaşılabilir" diyor. Esasında M. de tam olarak bunu söylüyor ve PSM'in sinirsel mekanizmalarla açıklanacağını vurgulamaya özel bir önem veriyor. M. kendini eliminativist olarak sunarken 'halk-kuramsal' 'kendi' anlayışlarının flojiston gibi tümüyle çöpe gitmesi gerektiğini, PSM'nin bambaşka türden, uzlaşmaz bir antite olduğunu ima ediyor olmalı. Bir bakışla, PSM 'kendi' ve ilgili kurguları açıklayan alt kademe bir mekanizma olarak görülebilirdi, tabii o da daha alt kademe sinirsel işleyişlerle açıklanacağı için, belki ayakları iki kademe yerden kesilen 'kendi' indirgenmenin ötesinde çöpe gidiyordu?
3. 
Tüm bu kurgunun genel adı, Öznelliğin Kendi-Modeli Kuramı (The Self-Model Theory of Subjectivity, SMT) (P 1). SMT, bilinçli yaşantı türleri hangi özellikleri taşıdıklarında bilinç kategorisinde ya da bilincin alt kategorilerinden birinde yer alır, onu tarifleyen bir kategori modeli oluşturmaya yöneliyor ("a constraint satisfaction approach to phenomenal experience", P 2). 'Fenomenal temsil' ifadesi 'bilinçli yaşantı / bilinç içeriği' ile aynı anlamda kullanılıyor. Modelde 10 adet temel kısıt ve bir adet de ek evrimsel kısıt var. Kısıtlar içinde 3 adedi var ki bunlar asgari kısıtlar, yani en elementer düzeydeki bilinç için yeter şart kümesi (BNO, chapter 3).

(1) Globallik kısıtı ["the globality-constraint"]: bilinçli içeriklerin işlemden geçirilip kullanılmasında çok yönlü/türlü erişim. Mesela kasıtlı odaklanma, bilişsel gönderme, dilsel değerlendirme-ifade, duygulanım, eylem planlama, vd. farklı katmanların aynı içerikle ilgili olabilmesi.. Tabii bu içeriklerin işlenmesindeki doğrudanlık, esneklik ve otonomi seviyeleri farklılaşıyor. Bu içeriklerin önemli bölümü "benim olmak" diye tarifleyebileceğimiz bir fenomenal nitelikte ortaklaşıyorlar.
(2) Şimdi ve burda olma kısıtı ["the presentationality-constraint"]: İçerikleri şimdi ve dünyada deneyimleyen bir 'kendi'yimdir ve varoluşum bir zamansal doğrudanlık / aracısızlık ("temporal immediacy") arzeder. Tabii, her kendi-temsili aynı zamanda bir kendi-simülasyonudur.
(7) Şeffaflık kısıtı ["the transparency-constraint"]: Sistemin kendini değil sadece bilincin içeriğini deneyimleme, sistemin altta yatan bilişsel işlemlerinin görünür olmaması anlamında sistemin şeffaflığı.. Beyin kendi kendisine karşı çoklukla kördür ("autoepistemic closure") [opaklık mefhumunu anlamak için ise bilim kurgulardaki "glitch"leri düşünelim, mesela Matrix'teki dejavu'lar]. Ancak bu kısıt sağlandığında bir 'kendi[lik]' olarak kendimize kişisel özdeşliğimiz bir yanılsama haline gelip inandırıcı olabilir. Aksi taktirde onu elverişli bir kurgu olarak araçsallaştırabilirdik ve varlığımızın temeli / merkezi haline getirmeyebilirdik [ve Budizm 2600 yıllık bir terbiye pratikleri geleneği haline gelmek durumunda olmazdı]. Bu noktada not ediyor ki, şeffaflık da esasında farklı derecelenmeler arzeden bir fenomen ve pek çok durumda sistemin işleyişi kendisine kısmen opaklaşıyor (mesela arkamızı göremeyişimiz bize dünyaya doğrudan açılan bir pencere olmadığımızı hatırlatıyor), yani farkedilir hale geliyor. Ayrıca, 'kendi'siz fenomenal haller (mesela bazı spiritüel deneyimler ve depersonalizasyon gibi psikiyatrik vakalar) bilinç kategorisine dahil kılınırsa şeffaflık zorunlu bir kısıt olarak görülmeyebilirdi (P 23).
4. 
Bilincin daha detaylı biçimde tarif edilmesini sağlayan ama istisnaları da bulunabilen diğer kısıtlara gelirsek,

(3) Tutarlı bir global duruma entegrasyon ["Integration into a Coherent Global State"]: 1. kısıtın devamı olarak, fenomenal hallerin içerikleri her zaman bir dünyaya, benim dünyama entegredir. Bu kısıt aynı zamanda öznel deneyimin dünyaya yerleşik (situated) oluşunu da kapsar.
(4) İçiçe / büklümlü bütüncüllük ["Convolved Holism", "Nestedness"]: Bilinçli deneyim çeşitli antitelerin birbiri içine / altına hiyerarşik bir yolda takıldığı / kapatıldığı / eklendiği bir durum arzediyor. Mesela temsili, işlevsel ve nörobiyolojik seviyelerin hiyerarşisi, ya da parça bütün ilişkileri, ya da kavram ve kategori hiyerarşileri...
(5) Dinamiklik ["dynamicity"]: Fenomenal haller çoğunlukla yönlü, aktif ve değişken bir zamansallığa atılmış olarak açığa çıkıyor.
(6) Bakış açısına bağlılık ["Perspectivalness"]: Yine istisnaları bulunmakla beraber (bir şizofreniğin zihninde 'öteki'nin sesi, bir esriğin dimağında 'ben'in yitmesi vd.), bilinçli fenomenler çoğunlukla belirli bir kişinin bakışına göre açığa çıkıyor.
(8) Çevrimdışı aktivite ["Offline Activation (simulations)"]: Sözgelimi rüyalar, çağrışımsal fanteziler, birden akla gelen canlı anılar, gündüz düşleri, iç konuşmalar vb. global ancak çevrimdışı bilinçli durumlardır. Bunlar bir anlamda simülasyondurlar.
(9) Yeğinlik temsilleri ["Representation of Intensities"]: İstisnasız [!!?] tüm fenomenal içeriklerin yeğinlik parametresi bulunuyor diyor; acı, görsel duyumsama, renkler, vd. farklı yeğinliklerde (şiddetlerde) algılanıyorlar.
(10) Aşırı pürüzsüzlük [“Ultrasmoothness”]: Basit içeriklerde, mesela renk alanlarında şahit olunabilen homojenlikler.

Bu on kısıta ek olarak, (bilinç durumunun tümüyle rastgele biçimde açığa çıktığı) "O en olmayacak olay" türü düşünce deneylerine karşı M. bir de Adaptivite kısıtı öneriyor.
5. 
M. çoklu-disiplinli bir çalışma yürüttüğünü ya da bunun zeminini kurmaya çalıştığı iddiasında. Bu disiplinler Bilişsel Bilimler, Nörobilim, Psikoloji (anomaliler), Felsefe (Analitik felsefe + Fenomenoloji) ve Yapay Zeka. Çalışmanın felsefi üretimi özne-nesne kurgusunun izah edilmesi (M.'nin ikinci kavramsal önerisi bunun üzerine, Yönelmişlik İlişkisinin Fenomenal Modeli (Phenomenal Model of The Intentionality Relation, PMIR)) ve bilincin yeter ve gerek şartlara dayalı geleneksel bir kavram şemasına oturtulmasına odaklanıyor. Ancak, kitabın daha ziyade bir yan konusu olan "qualia" tartışması dışındaki tartışmalar teknik açıdan zayıf. Kitabın ilginç bir iddiası her başlığını 4 farklı düzeyde, fenomenolojik, temsili, [teleo-]işlevsel ve nörobiyolojik açılardan tartışmak; bu şemacılık çoklukla lafı gereksiz uzatmaktan başka şeye yaramamış olsa da.

Esasında, kitabın ilk çıktığı dönemde bu kavram yaygınlık kazanmış olsaydı, M. çalışmasını "Deneysel Felsefe" olarak tarifleyebilirdi. Özellikle --kendisinin de üzerinde deneyler yoluyla çalıştığı-- Beden Dışılık Deneyimi (Out of Body Experiences, OBE) ve hayalet uzuvlar (phantom limbs) üzerinden 'ben'in mevkisinin ve bedeninin kişi tarafından bir takım modeller yoluyla anlaşıldığı iddiasını (PSM) destekleyen güçlü empirik deliller sunuyor (ve bu, konunun çeşitli yönlerinin derinlemesine geliştirilip çalışıldığı olası felsefi tartışmalara öncelikli geliyor bana). Dolayısıyla, BNO 4. ve 7. bölümler boyunca uzanan anomali incelemeleri kitabın önemli ve ilginç kısımları diye düşünüyorum (İdrak yitimi / Agnosia, Yoksayma / Neglect, Körgörü / Blindsight, Halusinasyonlar, Rüyalar, Hastalığını idrak edememek / Anosognosia, Özdeşlik sorunları / Identity disorders, Dağılan kendi-modelleri / disintegrating self-models, Hayali 'kendi'ler / Hallucinated selves: Hayalet uzuvlar, Beden Dışılık Deneyimi, Hayali faillik / Hallucinated agency, Çoklu kişilikler, Bilinçli rüyalar / Lucid Dreams).
6. 
Bilincin neden evrimleşmiş olabileceğine M.'nin verdiği yanıtlar arasında şu dikkatimi çekti: M.'ye göre, fenomenal modeller bir organizmayı yeni işlevsel özelliklerle donatan nörohesaplama aygıtları. Bu aygıtlar belirli olguları ve verileri işlemden geçirilip kullanılmak üzere global düzeyde kullanılabilir kılıyorlar.

Örneğin, 'kendi[m]' olan ve olmayan (dış dünya) arasına konan işlevsel ayrım ile Yönelmişlik İlişkisinin Fenomenal Modeli (PMIR) açığa çıkıyor, bu da özne-nesne kurgusunun zemini. Böylece sistemin eyleyen ve deneyimleyen bir özne / fail olarak modellenebilmesi mümkün oluyor (P 27). Bir kademe sonrasında, PMIR'ın da bilinç düzeyinde modellenmesi sözkonusu olduğunda sistem irade ve faillik kurgularını global düzeyinde işlemeye başlayabiliyor (P 29-30). Bu noktada fenomenal olmanın ötesinde bilişsel bir öznellik mümkün hale geliyor. Dahası, sistem 'öteki'ni kendine benzer bir fail olarak kurabilir ve hatta onların zihinsel durumlarına dair simülasyonlar oluşturabilir hale geliyor (empati), bu da toplumu mümkün kılıyor.

BNO bilinçli bir birinci tekil şahıs bakış açısının temsiliyetçi ve işlevselci analizini öneriyor (BNO 16). (Aşkın veya gizemli bir 'iç'e kapalı bir özne kurgusuna başvurmadan, temsiliyetçi ve realist bir bilinç kuramı oluşturulabileceğini anlayamayanlar bulunduğu için bu nokta tümüyle önemsiz değil.) Buna göre, fenomenal kendi bir 'şey' değil, bir süreç. Ve ama, yanılsamanın kendisi de en az diğer 'şey'ler kadar bir 'şey'dir aslında. Platon haklıdır elbette, kendinle aynı kalan bir şey hiç olmamıştır ki. Ve ama Platon haksızdır elbette, idealar da var değildir. Geriye de insani organizmanın algı düzeyinde (masa gibi) 'şey'ler olarak temsil edip işlevselleştirdiğimiz süreçler kalıyor.
7. 
Kişisel özdeşlik tartışması açısından sorun 'ben'in bana mantıksal / matematiksel bir yolda eşit olamaması değilse, daha iyi bir ifadeyle sorunun kendisi bu eşit olamama hali değilse ama bundan kaynaklanan bir şeyse, burada problemin iki olası kuruluşu çatallanarak ayrılıyor: Birincisinde bu eşit / 'kendi' olamama halinin önemli olup olmadığının tartışılması, öbüründe ise, peki öyle değilse, ruh ve özdeş kayıpsa, bu ben nedir nasıldır, kişi-ben-benim-kendi nasıl bir kurgular çoklusudur, bu kurgular nasıl gerçeklikleri temsil etmeye --ve bir de işlevsel kelimesine dönecek olursak-- nasıl potansiyelleri işlevselleştirmeye çalışır?... M. birinci problemin farkında olmakla beraber esas olarak ikinci yola giriyor.

"... imperative to live—indeed, live forever—was burned into our brains, into our emotional self-model, over the course of millennia. But our brand-new cognitive self-models tell us that all attempts to realize this imperative will ultimately be futile. Mortality, for us, is not only an objective fact but a subjective chasm, an open wound in our phenomenal self-model. We have a deep, inbuilt existential conflict, and we seem to be the first creatures on this planet to experience it consciously. Many of us, in fact, spend our lives trying to avoid experiencing it. Maybe this feature of our self-model is what makes us inherently religious: We are this process of trying to become whole again, to somehow reconcile what we know with what we feel should not be so. In this sense, the Ego is the longing for immortality. The Ego results in part from the constant attempt to sustain its own coherence and that of the organism harboring it; thereby arises the constant temptation to sacrifice intellectual honesty in favor of emotional well-being." BNO 218 (ayrıca boylu boyunca ET)
<8.1.017> Schopenauer'den: varkalmada Ben'in önemi: 


Kopyalama ve uploading/mindscan türü tüm güncel felsefe ve bilimkurgu spekülasyonlarına karşı insanın o karşılanamaz merkezi talebi: "Ben sürmeliyim":


thrasymachos: Listen, without a continuance of my individuality, I would not give a farthing for all your immortality.
philalethes : Perhaps we can still bargain with you. Suppose I guaranteed you the continuance of your individuality, yet made it a condition that a completely unconscious death-sleep of three months should precede the reawakening of that individuality.
thrasymachos : That would do.
philalethes: Now as in a state of complete unconsciousness we have absolutely no measure of time, it is quite immaterial to us whether three months or ten thousand years elapsed in the world of consciousness while we were lying in that death-sleep. For on waking up, we must accept on faith and trust the one thing as well as the other; and so it must be a matter of indifference to you whether your individuality is given back to you after three months or after ten thousand years.
thrasymachos : In the last resort, of course, that is undeniable.
philalethes : Now if after the lapse of the ten thousand years, someone forgot to wake you up, I believe that such a misfortune would not be great after you had become so accustomed to that very long non-existence which followed a very brief existence. But it is certain that you could not feel anything of it; and you would be quite consoled about the matter if you knew that the mysterious mechanism, maintaining in motion your present phenomenal appearance, had not for one moment ceased during those ten thousand years to produce and set in motion other phenomenal appearances of the same kind.
thrasymachos: Indeed? And in this way you mean quite furtively and imperceptibly to cheat me of my individuality? You cannot swindle me in this way. I have stipulated for myself a continuance of my individuality, and no motives and phenomena can console me for the loss thereof. It lies nearest to my heart and I will not let it go.
philalethes : Then you regard your individuality as so agreeable, admirable, perfect, and incomparable that there can be none more perfect whereof it might perhaps be asserted that one could live better and more easily in it than in yours.
thrasymachos : Now look, whatever my individuality may be, I am this.
For me there is nothing in the world like me;
For God is God, and I am I.
I, I, I, want to exist! That is of importance to me and not an existence concerning which one must first convince me by arguments that it is mine. 

*Schopenauer, Parerga and Paralipomena 2, chapter 10, p280-1.

Sunday, January 1, 2017

kişisel özdeşlik, paket 2

<27.11.016> Bernard Williams: 'kendi'nin sorunları
1. 
Bernard Williams, 1960 - 80 arası dönemin önemli ve ilgi çekici ahlak felsefecilerinden. Daha çok eleştirel bir figür olarak tanınıyor (özellikle utilitaryanizm eleştirisi) zira ahlakın insanın yaşamsal gerçekliğinde karşılaştığı tüm çetrefil, sıkıntı ve çelişkilerde incelenmesini savunuyor ve bütüncül ahlaki sistemlere karşı kişinin otantik ve samimi eylemini vurguluyor. Mesela o dönemin Fransasında yazıyor olsaymış Varoluşçu bir düşünür diye anılırmış (ki felsefe üslubunda Analitik geleneğe dahil olsa da Varoluşçu literatüre örtük-açık göndermeler yapabiliyor).

Williams 'kendi' [self] meselesine esas olarak, ahlakı boğumlu barsaklarında kavrayıvermek istediği için ve tabii ahlakın temelindeki iradi faillik kurgusu nasıl olup ben / kendi / kişi / birey olduğumuzla ya da olamadığımızla sıkı sıkıya bağlı olduğu için eğiliyor. Ve böylece kişisel özdeşlik tartışmasının 1960 sonrasındaki derinlemesine işlenip geliştirilme sürecinde, Strawson ve Shoemaker ile beraber, çekirdek (seminal) bir rol oynuyor. Burada 50'ler ve 60'lar boyunca yazılıp "Problems of the Self"* başlığıyla 1973'te derlenmiş bazı yazıları özetleyeceğim bir kaç kolonda.

Williams'ın tartışmasında özdeşlik meselesi ilk olarak 'özdeşliğin bilinme kriteri nedir' sorusuyla açığa çıkıyor. Literatürde özdeşliğin (identity) ve sürmenin (survival) koşulu olarak sıklıkla psikolojik kriterler, yani anılar ve kişiliğin sürekliliği savunuluyor. Sözgelimi Locke soruya 'bilinç' diye cevap vermişti [kelimeyi anılar / hafıza anlamında kullanıyor]. Williams psikolojik kriterlerin yetersiz olduğunu ve zaman-mekansal sürekliliğin koruyucusu olarak bedenin özdeşlik kurgusu için vazgeçilmez olduğunu --esasında benzerleri antik dönemden beri mevcut olan-- bir seri düşünce deneyi üzerinden göstermeye çalışırken esas amacına ulaşamasa da özdeşlik kavramının çetrefilli ve sıkıntılı yanlarını ikna edici biçimde ortaya koyuyor ve sonraki tartışmanın zeminini oluşturacak düğümleri atıyor.  

*Bernard Williams, 1973, Problems of the Self, Philosophical Papers 1956-1972, Cambridge University Press.
2.  "Problems of the Self":

Williams özdeşlik tartışmasına bedenin sürekliliğinin kişisel özdeşliğin her zaman bir zorunlu koşulu olduğunu öne sürerek dahil oluyor. Çünkü, özdeşliğin kriteri bir kişinin gelecek bir zamanda hala aynı kişi olup olmadığını pratikte söyleyebilmeyi sağlamalı ki bir kriter olarak değer taşısın. Oysa hafızam başkaları tarafından erişilebilir değil. Ve hafızam benim için de bu açıdan bir kriter sunmuyor, zira anılarım yanıltıcı olabileceği gibi her zaman eksiktirler ve durum bu ise ben bunun böyle olduğunu da bilemem. Bu savı savunmak için ilk olarak Guy Fawkes'ın anılarını ve kişiliğini taşımaya başlayan adamı tartışıyor [birden çok Guy Fawkes olamaz?]:

"Suppose a person A to undergo a sudden change, and to acquire a character exactly like that of some person known to have lived in the past, B. Suppose him further to make sincere memory claims which entirely fit the life of B. We might think these conditions sufficient for us to identify A (as he now is) with B. But they are not. For another contemporary person, C, might undergo an exactly similar change at the same time as A, and if the conditions were sufficient to say that A = B , they would be sufficient to say that C=B as well. But it cannot be the case both that A = B and C=B, for, were it so, it would follow that A = C , which is absurd. ... the rational course is to abandon both." p19

Yani, bir kişinin anıları ve kişiliği başka bir bedende ortaya çıkabiliyorsa, aynı anılar ve kişilik birden çok kişide aynı anda açığa çıkabilir, fakat özdeşlik birebir bir kavramdır, aynı şeye aynı anda iki farklı şey özdeş olamaz, bu bir çelişki: yani iki 'farklı' şeyin 'özdeş' olması... Buradan hareketle bedenin ihmalinin kişisel özdeşlik fikrinin tüm içeriğini boşalttığını öne sürüyor. Bu yarılma / çoğalma argümanı esasında hiç yeni değil, zira kurgu bilindik yeniden doğum ya da reenkarnasyon senaryolarına paralel.
3.  "Bodily continuity and personal identity":

2. bölümde Coburn'ün, 'epey olanaksız bir olay' (an improbable event) türünden bir itirazına yanıt vermek için tartışmasının terimlerini detaylandırıyor. Coburn'ün senaryosunda*, George ortadan kayboluyor ama kısa bir zaman aralığından sonra yeni bir George* beliriyor. Bu durumda Goerge*'ın George'a özdeş olduğunu düşüneceğimiz iddia ediliyor [Nozick'in yakın takipçi ('closest continuer') diye adlandıracağı şema]. Burada Williams özdeşlik yargısının bir benzerlik yargısından farklı olduğunu hatırlatıyor.

Buradan sonrasını 5. bölümle (Are persons bodies?) birlikte ele alıyorum, orada özdeşliğin bedensel kriterine dönük 4 itiraz grubunu ele alıyor. Bunların 4.sü dikkate değer ("The identity of persons is not the same as the identity of bodies"). Yukarıda zihinsel yaşantının yarıldığı (çoğaldığı) bir senaryoyu andık (Guy Fawkes). Bu senaryo özdeşlik kavramını işlemez kılıyordu. Esasında bedenin yarılmaları da benzer sorunlar yaratıyor. Sözgelimi C.B. Martin tarafından önerilen bir senaryoda** bir kişinin (A) amip gibi ikiye yarıldığını ve sonuçta birbirine eş iki kişinin (A' ve A'') ortaya çıktığını hayal edebiliriz. Bu durumda ikisi de A'ya özdeş olamaz, aksi taktirde birbirinden farklı iki şey aynı şeye özdeş ve dolayısıyla birbirine özdeş olmalıdır. Özdeşlik kavramı işlemeyi bırakır [p23]. Eğer bu tür argümanlar mental / zihinsel / psikolojik kritere karşı kullanılabiliyorsa bedensel kritere karşı da kullanılabilecektir.

Shoemaker'dan gelen başka bir senaryoda, iki kişinin beyinleri alınıp bir diğerinin bedenine aktarılıyor. Bu durumda bedenin çoğu A'ya ait olsa bile, A bedenindeki kişinin beynin kaynağı olan B olduğunu düşünürüz. Dolayısıyla zihinsel kritere uyacağızdır. Bu senaryoyu geliştirerek, beyinlerin değil ama enformasyonun değiş tokuş edildiği bir senaryoya varabiliriz. Bu durumda da kişi çoğaltma sorunu yeniden açığa çıkar, zira aynı enformasyonu birden çok beyne nakledebileceğizdir.

*R.C. Coburn, Analysis, 20.5, 1960
**C.B. Martin, Analysis 18.4, March 1958 
4a.  "The self and the future":

Bu en ilgiye değer metninde Williams bir varoluşsal durum üzerinden kişisel özdeşlik ve faillik arasındaki bağlantıyı araştırıyor.

Alfa vakası:

(1) A-bedenli ve B-bedenli iki kişi mevcut. A ve B beden değiştiriyorlar. Söz gelimi, A'nın beynindeki enformasyon bir cihaza kopyalanıyor ve sonra B'nin beynine veriliyor. (Bir A-bedeni var, bu bedene önceden A'nın bedeni diyorduk, çünkü A'nın anılarını ve kişiliğini ifade ediyordu [harici özdeşlik kriteri], değişiklikten sonra B'nin bedeni diyoruz.)
(2) İmdi, bu değişiklikten / deneyden önce A ve B'ye bilgi veriliyor. Deniyor ki, değişimden sonra ikinizden birine 100 bin Dolar verilirken diğerine işkence yapılacak. Ve bu A ve B'ye bu konudaki tercihleri soruluyor.
(3) Eğer A, B-bedenli kişinin parayı almasını isterse, ve B de A-bedenli kişinin parayı almasını isterse, deneyci ikisinin birden arzularını yerine getiremez.
(4) Diyelim ki deneyden sonra deneyci B-bedenli kişiye işkence ediyor ve A-bedenliye para veriyor, B-bedenli kişi bu durumdan yakınmakla kalmaz, A'nın hafızasını taşıdığı için seçiminin bu yönde olmadığını da hatırlatır.
(5) Demek ki deney sonucunda deney öncesindeki B istediğini almış, A alamamıştır. E ama B-bedenli kişi sonuçta işkence gördüğüne göre ve ama yine de B istediğini elde ettiyse, A ve B'nin beden değiştirdiği iddiası için güçlü bir destek elde etmiş oluruz.
(6) Farklı durumların da aynı sonucu verdiği görülebilir. A kişisi, A-bedenli kişinin parayı almasını tercih etmiş olsaydı, deneyden sonra B-bedenli kişi sonuçtan hoşlanmayacaktı, her ne kadar bunun kendi seçimi olduğunu hatırlasa da.
(6) Dolayısıyla gelecekte bana ne olacağı üzerine kaygılanmak mevcut bedenime ne olacağı üzerine kaygılanmakla aynı değil gibidir. Her ne kadar buradan hareketle bedensiz varolabileceğimi iddia edemesem de, bedenimle değil de anılarımla özdeşleşmem daha rasyonel görünür.
4b. 
Beta vakası:

(7) Tabi olduğum bir kişi bana yarın işkence göreceğimi söylüyor. (7a) Zamanı geldiğinde bunun bana önceden söylendiğini unutacak olduğumu bilsem yine korkarım. (7b) Eğer o zaman geldiğinde tüm hafızamı kaybetmiş durumda olacaksam bu da keyfimi yerine getirmez. (7c) Eğer mevcut anılarımın yerine başkaları gelecek denirse bu da muhtemelen beni neşelendirmez. Zaten tüm bu durumlar delirme ve hafıza kaybı gibi doğal sıkıntılara özdeş görünür. (7d) Ve bu yeni anıların mevcut başka birinin anılarının aynısı olacak olması da neşelenmek için sebep gibi görünmez. (7e) Anılarına sahip olacağım B kişisi de benimle aynı türden bir dönüşüme girecek ise bu önceki şıklardan farklı bir durum mudur?
(8) Fakat bu Alfa vakasının esasında aynısıdır, sadece başka biçimde anlatılmıştır. Fakat, Alfa vakasının aksine, aynı dönüşümlerden geçeceğim halde A bedeninde A kişisi olarak varlığımı sürdüreceğimi düşünmekteyimdir.
(9) Bu durumda, ilk olarak, psikolojik sürekliliğim gelecek ile ilgili endişelerimin tek zemini değildir.
(10) İkincisi, birbirine zıt iki sonuca varabildiğimize göre, bazı durumlarda A kişisi olarak varlığımı sürdürüp sürdürmediğim kavramsal olarak karar verilemez haldedir (A eğer bu sürecin bir yerinde varolmayı kesiyorsa hangi şıkta gerçekleşir bu? a, b, c, d, e? [yığın / küme (sorites) türü argüman]). Dolayısıyla deney öncesinde hangi şıkkı seçeceğime de karar verebilir halde değilimdir.

Tartışmanın sonuca vardırıldığını söylemek güç. Ama özdeşlik kavramı ile insanın kendisi olması, zamandaki sürekliliği ve hayatta kalma arasında bir özdeşlik olmadığını söylemeye yetecek kadar delil biriktiğini söyleyebiliriz. Özdeşlik kavramı sayılar ve semboller arasında işleyebilir (A=A, 1=1) ve halk-kuramcı bir bakışta kendimizi, en azından naif bir anımızda, kendine özdeş antiteler olarak görme eğiliminde olduğumuzu farkediyoruz. Öte yandan, özdeşlik kavramı, zamansal değişimi kabullenen zayıf formunda bile, kişi çoklusunun süreklilik tarzına ancak kısmi olarak uyuyor. Zira kişi sadece Bergsoncu anlamda bir zamansal çokluk değil, mekansal da bir çokluk ve her zaman değişebilir, dönüşebilir, belki parçalanabilir, hatta çoğalabilir ve varolmanın yokolmaktan farklı olduğunu göstermenin hiç kolay olmadığını paketler boyunca not edeceğim.
<4.12.016> Derek Parfit ve "ne önemi var?"
1. 
Kişisel Özdeşlik (KÖ) üzerine güncel tartışmanın kilit ismi Derek Parfit, analitik gelenekten bir ahlak felsefecisi, ahlakın nasıl kurulacağıyla ilgilendiği kadar (meta-etik) ve belki daha da çok, ahlakın normatif içeriğiyle, yani somut/ vakalar içinde nasıl davranmak gerektiğiyle dertleniyor, bu anlamda Williams'ın da dahil olduğu bir trend/ in en etkili figürlerinden biri.

Fakat ilginçtir, pratik kullanımı hedefleyen bu kanlı canlı ahlakı, bir takım hipotetik düşünce deneyleri üzerinden, yani bildiğimiz hayata ait olmayan bir bilimkurgu dünyasında araştırabiliyor. Zira bu bakışta, örneğin kişisel özdeşliğin (KÖ) ne olduğunu değil ama esas olarak KÖ üzerine inançlarımızın ne olduğunu bu tür dumura uğratan sondajlar sayesinde açığa çıkarabiliyoruz (rp200).

Reasons and Persons'ın 3. bölümüne göz atacağız.

*Parfit, Derek. Reasons and Persons, 1984.
2.  vaka1, branch-line case/ çoğalma senaryosu:
A. [ışınlanma] Bir makinaya giriyorum,düğmeye basıp bilincimi yitiriyorum. Bir saatlik bir süreçte makina bedenimi parça parça sökerken onla ilgili tüm enformasyonu kaydediyor. Tüm enformasyon Mars'a gönderiliyor. Mars'ta bulunan başka bir makine bu enformasyonu kullanarak bir insan üretiyor.
B. [çoğalma / kopyalama / dallanma] Yeni bir makina geliştiriliyor. Bu makina enformasyonumu kaydederken beni yoketmiyor. Böylece bir saat sonra Mars'ta aynı bana benzeyen bir kişi daha olacak.
B.1. Bilgim taranırken makina kalbime zarar vermiş, dünyada olan kendim 1-2 gün içinde ölecek.
C. Kopyam kendisinin ben olduğunu düşünür, ben öldükten sonra kopyam dünyaya dönse, çoğunluk onun ben olduğumu düşünecektir.
D. Kopyam beni teselli eder ve ben öldükten sonra projelerimi üstleneceğini, eşimi sevdiğini ve çocuklarıma iyi bakacağını bildirir, çünkü onlar onun eşi ve çocuklarıdır.
E. Kopyam bir anlamda bendir (niteliksel özdeşlik) ama bir anlamda da benden başkasıdır (sayısal özdeşlik). Gelecek için endişelendiğimizde derdettiğimiz sayısal özdeşliğimizdir. Bu durumda benim için dallara ayrılma senaryosu dallanmadan ölmek kadar kötüdür denebilir.
F. Fakat Parfit'e göre ışınlanma senaryosu esasında sıradan var kalma [survival] kadar iyidir!
3a.  kişisel özdeşlik kavramı:
Parfit KÖ'nün kavramsal kurgusunu inceliyor ["what this identity necessarily involves, or consists in." rp202]. "Standart bakış"ta zamanda özdeşlik bir nesnenin zaman-mekanda nedensel sürekliliğiyle ölçülür. Nesneler değişebilir hatta fiziksel sürekliliği yitebilir ama bunları hala özdeş görebiliriz (bir kelebeğin başkalaşımları, tüm parçaları yenilenen Theseus gemisi) ama görmeyebiliriz de (ressamın üzerine yeni resim yaptığı tablo), ya da bir nesnenin sürekliliğinde boşluklar olabilir (parçalarına ayrılıp ortadan kalkan ve sonra yeniden birleşip yeniden varolan saat). Bu bakış Williams'ın KÖ için bedensel süreklilik kriterine karşılık geliyor. Bu kriteri benimseyenlere göre ışınlanma KÖ'yü korumaz. Parfit bu noktada bedensel kriteri daha detaylı olarak tarifliyor:

"The Physical Criterion: (1) What is necessary is not the continued existence of the whole body, but the continued existence of enough of the brain to be the brain of a living person. X today is one and the same person as Y at some past time if and only if (2) enough of Y's brain continued to exist, and is now X's brain, and (3) this physical continuity has not taken a ‘branching’ form. (4) Personal identity over time just consists in the holding of facts like (2) and (3)." (rp204)

Öte yandan psikolojik kriterde böyle bir fiziksel süreklilik aranmayabilir (ruh vb. kurgular dışında). Öte yandan hafızasını yitiren kişileri eskiden oldukları kişiyle sayısal olarak özdeş görürüz. Bu tip sebeplerle Parfit'e göre hafıza KÖ'nün tekil kriteri olamasa da bu kriterin bir bileşeni olabilir. Şimdi, revize edilmiş Lockeçu bakışa göre:

"Psychological connectedness is the holding of particular direct psychological connections. Psychological continuity is the holding of overlapping chains of strong connectedness." rp206
3b.  İndirgemecilik / reductionism:
20 yıl önceki halimden ve anılarımdan uzağımdır ama o günden bugüne kadar açığa çıkmış çeşitli hallerim arasında kesintisiz bir bağlantılılık / örtüşme vardır. Buna güçlü bağlantılılık diyebiliriz. Ancak hafızayı içerdiğinde güçlü bağlantılılık geçişli bir ilişki değil. Özdeşlik ise geçişli bir ilişkidir. Dünkü kendime güçlü bağlantılıyımdır, o da önceki günkü kendine bağlantılıdır. Bu durum bir zincir halinde 20 yıl önceki kendime kadar uzatılabilir. Ancak bugünkü halim 20 yıl önceki kendime güçlü bağlantılı değildir. Öte yandan herhangi bir nedensel bağlantı anlamında geniş anlaşılırsa psikolojik süreklilik geçişli bir ilişkidir (hafıza sürekliliği gerektirmiyor), buna göre:

"The Psychological Criterion: (1) There is psychological continuity if and only if there are overlapping chains of strong connectedness. X today is one and the same person as Y at some past time if and only if (2) X is psychologically continuous with Y, (3) this continuity has the right kind of cause, and (4) it has not taken a ‘branching’ form. (5) Personal identity over time just consists in the holding of facts like (2) to (4)." rp207

Böyle bakıldığında bedensel ve psikolojik süreklilik çoğunlukla örtüşür. Ve dar bir yorumda ışınlanma KÖ'yü korumazken geniş yorumda ise koruduğu söylenir. Psikolojik süreklilik belki normal yollardan sağlanmıyordur ama sonuç KÖ kadar iyidir. Bu bakışın zemini indirgemeciliktir. Buna göre zamanda KÖ'yü sağlayan olgular esasında KÖ'yü ya da bir kişinin varolduğunu varsaymadan ya da bunlara atıf yapmadan da tariflenebilir. İndirgemeci olmayan bakışlarda ise kişiler bağımsız bir varlığı olan antitelerdir (örn. Kartezyen ego / ruhsal töz).

İndirgemeci bakışta bir kişi sadece beyni, bedeni, yapıp ettikleri, düşündükleri, hissettikleri vb. gibi olaylardan ibarettir. Kişiler bunlardan başka antitelerdir ve vardırlar (milletlerin varolmasına benzer biçimde)[!] ama gerçeklik ayrı antiteler olarak kişilere başvurmadan da tariflenebilir (Akşam Yıldızı'nın varolduğunu iddia etmeden Venüs'ü tarif etmek gibi). İndirgemeci için KÖ'nün belirsiz olduğu durumlar olasıdır ve şaşırtıcı da değildir. Ancak indirgemeci olmayan bir pozisyonumuz var ise KÖ yitimi sorun olarak görünebilir (sözgelimi Viyana Çevresi problemi).
4. 'Kriter nedir' yerine 'önemli olan nedir / what matters'?

1. önemli olan KÖ'dür (dar bakışın KÖ'sü)
2. önemli olan KÖ değil R ilişkisidir (geniş bakışın KÖ'sü: bir nedensellik ile kurulan psikolojik süreklilik).

Eğer (1) geçerliyse ışınlanma vakası ölmek kadar kötüdür. Eğer (2) geçerliyse ışınlanma sıradan var kalmak kadar iyidir. Parfit indirgemeci bir bakışı ve R ilişkisini benimsediğini, KÖ'nün belirsiz durumlarının olabileceğini ama bunun R ilişkisini ortadan kaldırmadığını deklare ediyor (rp216). Uzun uzun karşıt pozisyonları tartışıyor ve her birinin KÖ ile ilgili çıkmazlarını ortaya koyarak indirgemeci bir pozisyonun gereğini savunuyor. Ve diyor ki, KÖ durumumuzun belirli olması gerektiğine inanma eğilimindeyizdir ancak eğer bizler ayrıca varolan antiteler değilsek, ki değiliz, bu inanç doğru olamaz. Ve bizler de farklı kriterlerden hangisinin doğru olduğuna karar vermek zorunda değiliz, çünkü zaten önemli olan KÖ değildir.

Bölümün sonunda konuya dönüyor ve diyor ki (rp280), KÖ'yü sağlayan daha öte bir olgu olmadığına göre, sadece R mevcut olduğuna göre, ışınlanma senaryosundan korkmam için bir sebep de yoktur, zira kaybedeceğim daha öte şey yoktur, sıradan var kalma ışınlanma kadar, yani yokedilip yeniden üretilmek kadar kötüdür.
5a. bölünme / fission vakaları
87. kısımda Parfit dikkatini bölünmüş kortekslere yöneltiyor. Bilindiği gibi insan korteksi sağ ve sol iki yarıküreye ayrılıyor, bu yarıküreler arasındaki iletişim sağlayan sinirler (corpus callosum) bazı hastalarda kısmen ya da tamamen kesiliyor (Corpus callosotomy) ya da hatta yarıkürelerden biri tümüyle alınabiliyor (Hemispherectomy), insan yine de yaşıyor, hatta tüm melekeleri yeniden yerine gelebiliyor. Beyni yarılan kişiler üzerinde yapılan deneylerde iki yarıkürenin birbirinden habersiz çalışabildiği keşfedilmiş, bir yarıküre bir iş yapıyor ya da bir yanıt veriyor ama diğeri haberdar değil, o da aynı anda başka şey yapıyor olabiliyor (detaylı inceleme için Gazzaniga'nın keyifli kitaplarını öneriyorum). Ayrıca, insanların küçük bir kısmında zihinsel işlevler iki yarıküreye paralel biçimde dağılıyor. Şimdi,
A. Böylesi bir insan corpus callosum'una bir şalter taktırıyor ve gerektiği zaman iki işlemcisini paralel kullanmak üzere bağlantıyı açıp kapatabiliyor [fission - fusion].
B. Bağlantıyı kopardığında zihinsel işlevleri devam ettiğine göre iki ayrı bilince ayrılmıştır. Bölünmüş bir zihin değil iki ayrı zihin mevcuttur [bu ifadeyi yadırgıyorum zira bilinç zihnin sadece küçük bir kısmı, bu deneyde iki ayrı bilinç ama bir adet zihinden bahsediyoruz gibi geliyor]. Bu durum bilincin birliğinin / bütünlüğünün zorunlu olduğu varsayımını ortadan kaldırır. Bağlantı yeniden kurulduğunda ise iki ayrı akıntı yeniden tekil bir bilince birleşebilecektir [Watts'ın Blindsight'ındaki çok kişilikli Susan James karakteri geliyor akla].
C. Fakat aynı beynin iki ayrı bilinç türetmesi orada iki ayrı kişinin bulunduğu anlamına gelmez mi? [kişiyi bilinçle özdeşleştirme eğilimindeyiz] Dahası, iki kişi yeniden birleştiğinde (fusion) ikisinden de farklı, ikisinin de anılarına sahip 3. bir kişi ortaya çıkacak demektir.
D. İndirgemeciliğin yarayışı da burada ortaya çıkıyor. 3 kişi var demek yerine esasında bu kişilerin hiçbirinin bulunmadığını söylüyoruz ve karışıklık önemsizleşiyor.
5b. 
A. [ikizler] Benim bir ikizim var. Bedenim ölümcül biçimde yara aldı, aynı zamanda ikizimin de beyni işlevsizleşti. Beynimi ikizimin bedenine naklediyorlar. Bu durumda kısmi bedensel ve tam psikolojik sürekliliğim olacak. Eğer beynimin sadece bir yarısını ikizimin bedenine naklederlerse yine benzer bir durum ortaya çıkar.
B. [üçüzler] Diyelim ki biz üçüzüz, beynimin iki yarısı beyinleri hasar gören diğer kardeşlerimin bedenlerine naklediliyor. Bu durumda Wiggins'in bahsettiği ve Williams'ın tartıştığı durum ortaya çıkar, amip gibi bölünmüşümdür [kısmi bedensel fission].
C. Bu durumda 4 olasılık vardır: 1) var kalmamışımdır, 2) kişilerden biri ya da 3) öteki olarak var kalmışımdır, 4) iki ayrı kişi olarak var kalmışımdır. Bunlardan ancak 4.sü olası görünür. Fakat benden iki adet olduğu durumda ne psikolojik ne bedensel kriterler altında KÖ kavramı altına düşemem ve iki ayrı kişi olarak var kaldığımı da reddetmek durumundayım.
D. Öte yandan indirgemeci bakışta kişiler bağımsız olarak varolan antiteler olmadığı için sorun ortadan kalkar. İki yeni kişi açığa çıkmıştır ve bunlar benimle tam olarak süreklidir
E. Ama önemli olan soru bana ne olduğudur: öldüm mü, yoksa var mı kaldım? Var kaldım, zira var kalmakta önemli olan KÖ değil R ilişkisidir, yani psikolojik bağlantılılık.
6. What matters?
Bazılarına göre yukarıdaki bölünme senaryosu neredeyse bildiğimiz ölüm kadar kötüdür (zira KÖ ortadan kalkmıştır). Ama esasında bölünmeye sıradan var kalma kadar iyi bir şey olarak bakmalıyız. Ben bölündükten sonra iki kişi açığa çıkmıştır. Ama bu iki kişinin de benimle olan sürekliliği bölünmediğim durumda ortaya çıkacak olandan az değildir. Beynimin yarısı ortadan kalktığında var kalıyorsam bu bölünme senaryosundan farklı değildir.

[Bu noktayı ileride uzunca tartışmayı planlıyorum. Zira esas problem sıradan var kalmanın en az ölüm kadar kötü olması, sürmenin bizim anladığımız şekilde, yani özdeşlik içinde mümkün olmaması gibi geliyor bana. Ben bilinç isem kendime özdeş kalamam, dolayısıyla var kalmak var kalmayı kesmektir (bkz. Bergson, Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri / Time and Free Will ve Sartre, Varlık ve Hiçlik). Bu da KÖ kavramının artık bizi kapsamamasından çok, belki varoluşumuzu bilincimizle, ölümü de bilinç yitimiyle özdeşleştirmemizden kaynaklanıyor olabilir. Yani varoluşsal bir problem basitçe bir kavram ve dil problemi olarak ifade edilebilirse buradaki gibi bir el hareketiyle süpürülebilir (KÖ yerine R). Ancak, KÖ esasında bir kavram sorunu değil kavrayışın kaçınamadığı özsel bir sorun olabilir. Parfit de benzer bir itirazı tartışmak üzere Nagel'ı anıyor, buna göre indirgemeci bakış doğru bile olsa buna inanmamız psikolojik düzeyde mümkün olmayabilir. Parfit'in tartışmasını kurma tarzı Kartezyen Ego'ya karşı pozisyon almaya öncelik vermesinden kaynaklanıyor gibi görünüyor. Ancak, kişilerin indirgenmesi sorunun kötü ya da en azından eksik bir tarifi gibi geliyor bana. Bu nokta o kadar önemli mi? Bilemiyorum ama araştırmamın odağı bu.]

Peki var kalmanın KÖ içermemesi, ya da kişilerin varolmaması üzücü müdür? Parfit'e göre aksine özgürleştirici ve rahatlatıcıdır. Artık içinde bulunduğum ve beni ölüme götüren tünel (Metzinger'in Ego Tunnel'ının kaynağı?) dağılmıştır. Diğer insanlarla aramdaki fark azalır ve kendime ilgim zayıflarken diğerlerine ilgim artar. Ben öldükten sonra da benim zihinsel deneyimimle doğrudan bağlantılı olmasa da yine de ilişkili olacak, benim etkimi taşıyacak pek çok yaşantı olacaktır. Kişi olarak ben bulunmadığıma göre ölüm ya da gelecekteki bir sıkıntı benim için önemini yitirir. Denebilir ki, eğer indirgemeci bakış doğru ise, geleceğimiz hakkında endişe etmemiz için bir sebep kalmaz (ekstrem iddia). Ayrıca yaptıklarımız için cezalandırılmamız da mümkün olmaz. Parfit lehte ve aleyhte argümanları uzun uzun değerlendiriyor ve çoğunlukla karşıt bakışların ikisini de hem savunulabilir hem reddedilebilir buluyor ve ekstrem iddiaları reddetmeyi tercih ediyor. İlginç bir sonuç, suçu işlediğimiz anla daha az bağımız kaldığında daha az ceza hakediyor olmamız. Benzer çıkarımlar commitment/ için de geçerli görülüyor [bu konuları deneysel felsefe çalışmaları üzerinden daha derinlemesine not etmeyi planlıyorum].
<31.12.016> Robert Nozick ve bizi sürdürenle derdimiz
1. 
Robert Nozick (1938-2002) daha ziyade sağ liberter, Minarkist konumları savunduğu siyaset felsefesi metinleriyle hatırlanıyormuş. Bizi ilgilendiren kitabı ise Philosophical Explanations.* Kitabın genelinde temel felsefi problemler bir "izah" yaklaşımıyla ele alınmış. Kendi ve özdeşlik meseleleri, "neden bir şey var?" sorusu, hayatın anlamı, özgür irade, bilginin olanağı ve şüphecilik, ahlakın temelleri..

Bu korkutucu görevde kanıtlara ve güçlü argümanlara dayalı, nakavt eden, inanmaya ve kabule zorlayıcı bir felsefe yapma tarzını reddediyor. Çünkü bu hem bir kişiye davranmanın nazik bir yolu değil, hem de felsefeye girişmenin esas motivasyolarına uymuyor; yani şaşırma, merak, anlama arzusu (ve ama bir inanç ortaklığı kurmak değil) (PE 13)... N. kendi tarzını "felsefi izahlar" olarak tariflemiş. Burada izahtan kasıt tartışmacı bir üslup üzerinden bir iddiayı kanıtlamaya çalışmak yerine bu iddianın zeminini kurmak, olanağını göstermek ve açıklamak (ve ama aşkınsal bir yaklaşımdan da kendisini ayırdığını not edeyim).

Kişisel özdeşlik kendi'nin, ben'in ne olduğu sorusunu deşebilmeyi sağladığı için N.'nin ilgi alanına giriyor. Biz kitabın ilk bölümünün ilk alt bölümü ile ilgileniyoruz.**

*Nozick, Robert. Philosophical Explanations. Cambridge, Mass.: Belknap Press, 1981. 

**Nozick, R. 1981, Personal identity through time. In Philosophical Explanations, Chapter 1, Harvard University Press, pp.29-70.
2.  En yakın sürdürücü / halef (continuer):
 
N. konunun çetrefilli yanlarını ortaya koymak için ilk olarak B. Willams'ın önceki bir paketçikte ele aldığımız vakalarını aktarıyor. Daha sonra, Williams'ın varsayımlarını sorgulayarak özdeşliğin harici olgulara da bağlı olabileceğini izah etmek üzere Viyana çevresi vakasını ele alıyor (Williams ve diğerleri KÖ konusunu hep özdeş olanın kendi durumları üzerinden kurmaya çalışmıştı):

- 1943'te Viyana Çevresi aydınları ülkelerini terketmek zorunda kalırlar. Aralarından 3'ü İstanbul'a gider. Bunlar savaş boyunca toplanmaya devam ederler. Artık V.Ç. onlardır.
- Fakat 1945'te öğrenirler ki 9 kişi de Amerika'ya gitmiştir ve orada toplanmaya devam etmişlerdir ve onlar da V.Ç.nin kendisidir.
- İstanbul ekibi bir anda V.Ç.nin kendisi olmaktan çıkar ve bir şubeye dönüşür.
- Bu durumda özdeşlik kişinin kendisinden başka antitelere de bağlı olabilir. Eğer Amerika'daki üyeler olmasa idi İstanbul'dakiler V.Ç. olacaklardı, onları V.Ç. olmaktan alıkoyan kendi özellikleri değil onlardan başka antiteler de bulunmasıdır.

N.nin özdeşlik sorununa getirdiği kısmi çözüm burada açımlanıyor: 'en yakın sürdürücü' (closest continuer) şeması. İstanbul ya da Amerika ekibi, hangisinin daha yakın sürdürücü olduğuna bağlı olarak V.Ç.nin kendisi olarak anılır.

Aynı şemayı parçaları zaman içinde tümüyle yenilenen Theseus'un gemisine uyguladığımızda, parçalar değiştirildiği halde gemi aynı gemi olmaya devam edecektir. Öte yandan, sonradan öğreniyoruz ki çıkartılan parçalar başka bir yerde birleştiriliyormuş. Ve tüm parçalar değiştirildiğinde eskimiş de olsa tüm orijinal parçalarından yeniden kurulmuş halde ikinci bir gemiye sahibizdir ve en yakı sürdürücü şeması hangisinin Theseus'un Gemisi olduğuna karar vermeyi tek başına sağlamayacaktır.

En yakın sürdürücü (EYS) şemasının koşulları, 1) t2'deki kişinin t1'deki kişi ile nedensel bir bağlantısının olması ve 2) t1'deki kişi ile aynı yakınlıkta ya da daha yakın başka bir sürdürücü bulunmamasıdır.
3.  En yakın öncel / selef (predecessor):
 
N. çözüm önerisini izah ettikten sonra şemayı Williams'ın vakalarına uyarlamaya geçiyor. İlk 5 durum sorunsuz biçimde işlemden geçirildikten sonra 6. durumda:

- Kişinin beyninin bir yarıküresi başka bedene naklediliyor. Bu durumda her biri orjinal kişinin bir yarım beynine sahip iki kişi var. Yine de söyleyebiliriz ki EYS orjinal beden+yarıbeyin sahibi kişidir. Ama bu durumda diğer kişinin orjinal kişi olmadığını söylemek durumunda kalırız.

En yakın öncel (EYÖ) kavramını açıklamak üzere ışınlanma vakalarıyla devam ediyor:

Bir y, bir x'in EYS'si iken, x, y'nin en yakın önceli (EYÖ) olmayabilir (yani y'nin en az x kadar yakın birden çok önceli olabilir ve aynı anda x'in daha yakın sürdürücüsü olmayabilir). x ve y'nin hem EYS hem EYÖ şartını sağladıkları iki yönlü durumu tekil-ilişkililik (mono-relatedness) diye adlandırıyor. Bu ilişki geçişli (transitive) olmayabilir. Bu izahatın ardından 8. ve en ilginç duruma geliyoruz, yani çakışma (overlap):

- Hasta bir kişinin (A) beyninin yarısı başka bir bedene (C) nakledilir. Ancak orijinal beden ve yarıbeyin de (B) bir süre daha yaşamaya devam eder.
- Eğer B derhal ölseydi C orijinal kişi olarak varkalacaktı (survive) zira nakledilden yarıbeyin yeterince psikolojik benzerlik ve süreklilik taşıyordu.
- Peki B'nin ölmesine kadar geçen sürede, 'kişi' (A) hala B'de durur iken, o ölünce bir anda C'ye mi geçiverecektir? Peki hem B hem C hayatta iken C'nin durumu nedir? O kimdir? Peki eğer bu aralık bir kaç dakika değil de bir kaç yıla uzarsa ne olacaktır? Bu durumda B ve C aynı yerden, A'dan başlamış ama sonra çatallanmış ve uzaklaşmıştır, C hala orijinal kişi olmaya geçebilir mi?
4.  Çakışma (Overlap) ve kaygı (care):
 
Az önce aktarılan 8. durumu şematize edersek:

.............A............. B
                             C ...............D..........

zaman...1..............2................3............>>

A'nın EYS'si B'dir. A+B'nin EYS'si D'dir. Fakat D'nin EYÖ'sü C'dir ve C+D'nin EYÖ'sü A'dır. Ne A+B+D ne de A+C+D tekil-ilişkili antitelerdir. Fakat, A+D tekil ilişkilidir. D A'nın EYS'si iken A da D'nin EYÖ'südür. Aynı bir saatin (ya da Theseus gemisinin) parçalarına ayrıldıktan sonra yeniden birleştirilmesi gibi.

Fakat bu bir takım sorunlar yaratır, sözgelimi A'nın işlediği bir suç için B mi, C mi, yoksa biraz beklenip D mi cezalandırılacaktır? Ya da B'nin bir suçu için D cezalandırılabilir mi?

N.ye göre bu tip ikircikler zamansal çakışma durumlarına içkindir ve en yakın sürdürücü şeması bu durumları çözemeyebilir.

- Berabere kalma halleri / ties ve care: Y ve Z tam olarak aynı biçimde X'i sürdürmüştür, bu durumda:

1) Hiçbiri t1'de X'in sürdürücüsü değildir. X sona erer. 2) İkisi de aynı X'tir. 3) İki farklı kişidirler, fakat esasında hep iki işi varmış sadece sonra farkedilmiş. 4) Sadece Y ya da Z X'in sürdürücüsüdür, bu da bir kura meselesidir.

N.ye göre çakışma durumunda 1 en makul seçenektir, yani Z'in varoluşu yiter. Öte yandan, Parfit gibi, N. de bunun o kadar sıkıntılı olmadığını, bunun ölüm olmadığını, esasında kendisi için kaygılandığım (care) birşeyler kaldığını anlatıyor. Her ne kadar sürdürücülerimle yakınlığım onlara yönelik kaygımı etkileyecekse de kaygım her durumda yakınlığımla oranlı olmayabilir. EYS'lerimizle ilgili olarak, yakınlık derecelerine bakmaksızın eşit bir kaygı taşırız (ilginçtir, bir EYS'mizin olması bizim için özellikle önemli değildir!?). Ancak en yakın olmayan sürdürücülerle ilgili kaygımız yakınlık derecelerine oranlıdır [John Varley'in çoklu klonlanma senaryolarını işlediği Ophiuchi Hotline (1977), üzerine kanlı canlı kafa yormak isteyenler için bu tip hususları ilüstre ediyor].
<1.1.017> Lewis: zamanda varkalmak ve KÖ
1. 

David K. Lewis'in (1941-2001) karşı-olgusalları (counterfactual) oldukça ilginç. Buna göre gerçekleşmemiş bir olguyu anlatan "eğer öyle yapsaydım böyle olurdu" türünden bir cümlenin doğru olması bu cümlenin doğru olduğu (öyle yaptığım ve o yüzden böyle olan) farklı bir dünyanın mevcut olması ile açıklanabilir. 'Olası dünyalar' kavramı Leibniz'e kadar geri götürülebilir. Leibniz'e göre tanrı bunlardan sadece birini yaratmıştı, yani en iyisini. Fakat Lewis bu diğer dünyaların gerçekten varolduğunu iddia ediyor. Böylece modal mantık sorunlarını (yani bir şeyin olanağına ya da kesinliğine dair konuları) yine mantık sistemleri ile çözümlemeyi hedefliyor.

Bu nokta KÖ ilgili tartışmalarının motivasyonunu da kısmen açıklayabilir. Lewis'in Survival and Identity adlı makalesini ve daha sonra eklediği postcript'i inceleyeceğiz.* Mantığın bir kavramı olarak özdeşlik ile süregiden tartışmanın konusu edilen KÖ arasındaki farkları ortaya koyması açısından da Lewis önemli.

L.'nin KÖ'nün odağını yerli yerine yerleştiren problem formülasyonu şöyle: Sıradan varkalma ile sıradan ölüm arasındaki farkı yaratan nedir? (1) Zihinsel süreklilik ve bağlantılılık (psikolojik kriter) tabii. Ama asıl söylenmesi gereken, (2) varkalmada önemli olan varkalmanın kendisidir. Yani tüm başıma gelenler geçtiğinde, ben, kendim, hala varolacak mıyım? Başka deyişle, varkalmada önemli olan özdeşliktir, şimdiki ben ile ileride var kalan bir ben arasında.

[Sorunun önemi tabii tam da burdan kaynaklanıyor da, konuyu farklı şekillerde formüle edenler bunu bilmediklerinden değil, problemin daha uygun kuruluşlarını aramaya devam ettikleri için öyle yapıyorlar. Zira benim için ben ve ben özdeşliği önemli olabilir de, bu herkes için böyle midir? Her durumda böyle midir? Her durumda aynı mıdır / tek biçimli midir? Özdeş olamayacağım bir dünyada problemi böyle kurmak hala anlamı mıdır?...]

*Orjinal makale: Lewis, David, 1976. Survival and identity. In Amelie Oksenberg Rorty (ed.), The Identities of Persons, University of California Press. pp. 17-40 (1976).

Bizim kullanacağımız kaynak: Lewis, David, 1983. Philosophical Papers : Volume I, Oxford University Press, USA, (Part I, chapter 5, Survival and Identity and postscripts, pp55-77).
2.  R ilişkisi, I ilişkisi ve özdeşlik:

Şimdi, iki tane cevaba sahibim ((1) psikolojik kriter, (2) KÖ). Bu iki cevap aslında uyumludur ve ikisi de doğrudur. (Parfit ise ikincisinin mümkün olamayacağını, dolayısıyla, varkalmak önemli olduğuna göre, varkalmada önemli olanın ilki olduğunu (R ilişkisi) savunmuştu.)

Farklı kişi aşamaları (dönemleri / zamanları) arasındaki zihinsel süreklilik ve bağlantılılığa Parfit'i takip ederek R ilişkisi diyelim. Bu tabii ki özdeşlik ilişkisi değildir.

Buna ek olarak, süregelen kişilerin aşamaları arasında özdeşlik ilişkisi, yani bir tek süregelen kişinin aşamaları arasındaki bir ilişki düşünelim ve buna da I ilişkisi diyelim. Bu ilişki farklı aşamaların aynı kişiye ait olduğunu bildiriyor [zamana yayılan bir zayıf-KÖ tarifi]. Eğer ikinci yanıt haklıysa varkalmakta önemli olan mevcut aşamamın sonraki bir aşama ile I ilişkisi içinde olmasıdır.

R ilişkisiyle kıyaslamamız gereken özdeşliğin kendisi değil, I ilişkisidir. Ve zaten, I ilişkisi R ilişkisidir. [Sonraki kısımlarda bu varsayımı kanıtlamaktan / desteklemekten ziyade bunun olanağını göstermeye ve bu aynılığı mümkün kılacak mantık araçlarını kurgulamaya geçiyor.]

Süregelen bir kişi kişi-aşamalarının bir toplamıdır [4 boyutlu kişi tanımı]. Bu aşamaların her biri diğerleriyle ve kendisiyle I ilişkisi içindedir. Bir kişi daha geniş bir I ilişkili toplamın parçası da değildir (zira I ilişkili aşamaların hepsi aynı kişiye aittir).

Özdeşlik birebir bir ilişkidir, fakat ne R ne de I ilişkisi birebirdir. Bir S aşaması pek çok önceki aşamanın takipçisidir, onlarla R ve I ilişkisi içindedir [zamanda özdeşliğin olanaksızlığı].

Yarılma (fission) senaryolarında bir S aşamasının R ilişkisi içinde olduğu iki adet yarılma sonrası aşama vardır ki bunlar birbirinle R ilişkisi içinde değildir. Dolayısıyla bu versiyonda R ilişkisi geçişli değildir. Özdeşlik ise geçişlidir. Öte yandan I ilişkisi geçişsiz olabilir.

Yarılma öncesi ve birleşme sonrası durumlarda aynı anda birden çok kişiden sözetmek durumunda kalacağız gibidir. Bu noktada zamanlı özdeşlik (tensed identity) ilişkileri işe koşulabilir (bir tür ayırdedilemezlik ilişkisi). Bu kişiler sadece belirli bir zamanda ve daha zayıf bir anlamda özdeş olacaklardır, böylece kişi sayısı çoğalmaz. Bu koşullar altında I ilişkisi de geçişsizdir.
3.  Methuselah:

Çok uzun yaşayan Methuselah, hayatının aşamaları boyunca büyük zihinsel değişimler geçiriyor, dolayısıyla farklı aşamaları arasında zihinsel süreklilik kalmıyor ve R ilişkisi bozuluyor. Diyelim ki 137 yıllık aralıklarla R ilişkisi kırılıyor. I ilişkisi ve R ilişkisi aynı ise, Methuselah tek bir kişi değildir, sonsuz sayıda kişidir. Tüm 137 yıllık segmentleri ayrı ayrı kişilerdir. Bunların kimisi diğerleriyle üstüste çakışır. Zamanlı özdeşlik bu noktada imdada yetişir, 300 yaşında evet Methuselah sonsuz sayıda kişidir ama, zamanlı özdeşlik açısından bir kişidir, zira bunların hepsi aynı aşamayı paylaşmaktadır.

Özdeşlik derece kabul etmez ama KÖ kabul eder, zira kişi kavramı derecelidir. Bu sebeple, nasıl R ilişkisi derece kabul ediyorsa (örneğin çok farklı biriyle kısmen füzyona girersem), I ilişkisi de dereceli olabilir.

Methuselah durumunda R ilişkisi kesin sınırlarla değil aşamalı olarak yitiyor olsaydı ve R ve I ilişkileri aynı şeyse, farklı aşamalar arasındaki I ilişkisi de dereceli olacaktı (100 yıllık segmentler 200 yıllık segmentlerden daha yüksek derecede kişiler olacaktı).
...

Teknik tartışmanın tamamına girmiyorum, zira vurgulanması gereken ve ilginç olan şu, L., aynı dünyaları çoğalttığı gibi, KÖ konusunda, bilindik özdeş kalma kavrayışla felsefecilere hakim olan psikolojik kriteri uzlaştırmak için bu sefer kişileri çoğaltıyor. Yarılma ya da birleşme durumlarının çözümü, kişinin birbiriyle ilişkili farklı aşamalardan oluşan bir zamansal süreklilik olduğunu, bununla beraber denklemde zaten en baştan birden çok kişi bulunduğunu, ya da birden çok kişinin varkalmaya devam ettiğini kabul etmek. Bu bakış sorunlu durumu çakışma / overlap anlarından kaldırıp bu sefer eskiden normal durum sayılan birleşme anlarına yerleştiriyor. Bu sıkıntıyı aşmak için de özdeşlikten daha zayıf bir belirli-bir-zamanda-özdeşlik (identity-at-a-time) kavramı öneriyor.