<8.1.017>Aynı ve başka: Herakleitos, Parmenides, Platon
1.
Platon'un (d. MÖ428/427 ya da 424/423 – ö. MÖ348/34) geç dönemine ait Theaitetos adlı mühim bir diyaloğu var, herşeyin değişime tabi olduğu bir dünyada / ontolojik kurguda bilginin olanağını sorguluyor.
Bilindik öykü kabaca şudur, değişimin mutlaklığı Herakleitos tarafından savunulmuştu, buna karşı Elea okulu değişimi incelikli usavurmalarla yanlışlayıp, değişmeden kalan Bir'i savunmaya geçmişti. Platon bunları ontolojik ve epistemolojik bir düalizm içine koydu.
Öte yandan, tabii ki, öykü daha karmaşık. Aslında birini 'değişen'in diğerini 'aynı'nın atası olarak görmek yerine, Herakleitos'u ve Parmenides'i değişen - değişmeyen ayrımının farklı yönlerden inşacıları olarak görmek daha uygun gibi. Antik felsefecilerin hepsi görüngülerin hareket / değişim / zamansallık ile açığa çıktığının farkındalar. Zaten Homerik anlatı (Platon'un yorumunda) değişimi yasa haline getiriyordu, onu inşa etmeye gerek yok. Tartışma / araştırma görünürdeki tüm bu dönüşümler içinde / ardında değişmeden kalan şey var mıdır, olmalı mıdır, varsa nasıldır ve öyle ya da böyle olmasının sonuçları nelerdir, onun üstüne. Gerek Milet okulunun arkhe arayışı, gerek atomculuğun atomu değişip duranların arkasındaki değişmeze dair öneriler.
Zira herşeyin değişimle tanımlandığı bir dünyada kendinle aynı kalamadığı görülen o şeylerden nasıl olup sözedebileceğimizi, onları nasıl olup adlandırabileceğimizi, onlarla ilgili nasıl bir pratik hayata ve bilgiye sahip olabileceğimizi anlamak / açıklamak o kadar kolay değil. Bu araştırma kısa zamanda elementlere, töz kavramına ve mekaniğe varıp orada uzunca nefeslenecek ve kabaca bu paradigma içinde detaylanacak (antik dönemden 19.yy sonlarına kadar?) ama sonra atomaltı parçacıkların ve temel etkileşimlerin sonu gelmez parçalanma ve dönüşümlerine doğru yeniden yola çıkacak... Şu anda değişmeden kalan bir antite 'var' sayılmasa da zamanın da bir boyut haline geldiği, dolayısıyla geçmişten geleceğe tüm evrenin bir anlamda "varlık"ın kendisi olarak yorumlanabileceği 4 ila 10 boyutlu evren modelleri hala popüler (Prigogine'in ilgili kavramlaştırma ve eleştirisi için: From Being to Becoming: Time and Complexity in the Physical Sciences, 1981).
1.
Platon'un (d. MÖ428/427 ya da 424/423 – ö. MÖ348/34) geç dönemine ait Theaitetos adlı mühim bir diyaloğu var, herşeyin değişime tabi olduğu bir dünyada / ontolojik kurguda bilginin olanağını sorguluyor.
Bilindik öykü kabaca şudur, değişimin mutlaklığı Herakleitos tarafından savunulmuştu, buna karşı Elea okulu değişimi incelikli usavurmalarla yanlışlayıp, değişmeden kalan Bir'i savunmaya geçmişti. Platon bunları ontolojik ve epistemolojik bir düalizm içine koydu.
Öte yandan, tabii ki, öykü daha karmaşık. Aslında birini 'değişen'in diğerini 'aynı'nın atası olarak görmek yerine, Herakleitos'u ve Parmenides'i değişen - değişmeyen ayrımının farklı yönlerden inşacıları olarak görmek daha uygun gibi. Antik felsefecilerin hepsi görüngülerin hareket / değişim / zamansallık ile açığa çıktığının farkındalar. Zaten Homerik anlatı (Platon'un yorumunda) değişimi yasa haline getiriyordu, onu inşa etmeye gerek yok. Tartışma / araştırma görünürdeki tüm bu dönüşümler içinde / ardında değişmeden kalan şey var mıdır, olmalı mıdır, varsa nasıldır ve öyle ya da böyle olmasının sonuçları nelerdir, onun üstüne. Gerek Milet okulunun arkhe arayışı, gerek atomculuğun atomu değişip duranların arkasındaki değişmeze dair öneriler.
Zira herşeyin değişimle tanımlandığı bir dünyada kendinle aynı kalamadığı görülen o şeylerden nasıl olup sözedebileceğimizi, onları nasıl olup adlandırabileceğimizi, onlarla ilgili nasıl bir pratik hayata ve bilgiye sahip olabileceğimizi anlamak / açıklamak o kadar kolay değil. Bu araştırma kısa zamanda elementlere, töz kavramına ve mekaniğe varıp orada uzunca nefeslenecek ve kabaca bu paradigma içinde detaylanacak (antik dönemden 19.yy sonlarına kadar?) ama sonra atomaltı parçacıkların ve temel etkileşimlerin sonu gelmez parçalanma ve dönüşümlerine doğru yeniden yola çıkacak... Şu anda değişmeden kalan bir antite 'var' sayılmasa da zamanın da bir boyut haline geldiği, dolayısıyla geçmişten geleceğe tüm evrenin bir anlamda "varlık"ın kendisi olarak yorumlanabileceği 4 ila 10 boyutlu evren modelleri hala popüler (Prigogine'in ilgili kavramlaştırma ve eleştirisi için: From Being to Becoming: Time and Complexity in the Physical Sciences, 1981).
2. Herakleitos ve ateş
Değişim tabii Yunan felsefesi için temel bir konu da, bunu felsefesinin kahramanı haline getiren ve mutlaklaştıran da Herakleitos*. Fakat, şaşırtıcı biçimde Herakleitos'ta da değişmeden kalan var. Bunun bir antite olduğunu söylemek zor ise de, değişimin kendisi logos / yasa (olup bitenin doğasına içkin bir düzenlilik hali) olarak esas gerçeklik haline geliyor. Çünkü herşey ateşle takas oluyor. Bu belli ki içkin bir yasa:
D90. Herşey ateşle takas olur, ateş de herşeyle. [All things are requital for fire, and fire for all things, as goods for gold and gold for goods.]
D66. Ateş gelecek ve herşeyi yargılayıp mahkum edecek.
D30. Bütünün kendisi olan bu kosmos’u ne bir tanrı ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.**
Ortak bir ilkeden pay almak, ondan türemek ve ona dönmek... Bu süreçte ilkenin, yani ateşin aynı kalışı! Dolayısıyla Herakleitos da değişimdeki değişmeyenin inşacılarından biri, biraz utanarak sıkılarak yazıyorum ama H. değişmeyen tek şey değişimdir diyor.
Ve Herakleitos akılcılık anlayışında da karşı kamptan o kadar uzak değil, çünkü onda da aslında doğru kullanılan zihinlerin ortak olduğu, doğanın yasasına vakıf olabilen bir akıl anlayışı var:
D113. Düşünme herkese ortaktır. [Thinking is shared by all.]
D2. Logos her şeye ortak olmasına karşın, çoğunluk sanki kendilerine özel düşünceleri varmış gibi yaşar. [Although the account (logos) is shared, most men live as though their thinking (phronesis) were a private possession.]
*Kahn, Charles H. (2001 –first1979). The Art and Thought of Heraclitus; an edition of the fragments with translation and commentary. Cambridge University Press.
*Herakleitos, (2005). Fragmanlar. Çev. ve yorum: Cengiz Çakmak, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
** Keyif için Empedokles, ecpyrosis ve büyük yıl başlıklarına doğru ilerlenebilir, Timaios okunabilir...
Değişim tabii Yunan felsefesi için temel bir konu da, bunu felsefesinin kahramanı haline getiren ve mutlaklaştıran da Herakleitos*. Fakat, şaşırtıcı biçimde Herakleitos'ta da değişmeden kalan var. Bunun bir antite olduğunu söylemek zor ise de, değişimin kendisi logos / yasa (olup bitenin doğasına içkin bir düzenlilik hali) olarak esas gerçeklik haline geliyor. Çünkü herşey ateşle takas oluyor. Bu belli ki içkin bir yasa:
D90. Herşey ateşle takas olur, ateş de herşeyle. [All things are requital for fire, and fire for all things, as goods for gold and gold for goods.]
D66. Ateş gelecek ve herşeyi yargılayıp mahkum edecek.
D30. Bütünün kendisi olan bu kosmos’u ne bir tanrı ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.**
Ortak bir ilkeden pay almak, ondan türemek ve ona dönmek... Bu süreçte ilkenin, yani ateşin aynı kalışı! Dolayısıyla Herakleitos da değişimdeki değişmeyenin inşacılarından biri, biraz utanarak sıkılarak yazıyorum ama H. değişmeyen tek şey değişimdir diyor.
Ve Herakleitos akılcılık anlayışında da karşı kamptan o kadar uzak değil, çünkü onda da aslında doğru kullanılan zihinlerin ortak olduğu, doğanın yasasına vakıf olabilen bir akıl anlayışı var:
D113. Düşünme herkese ortaktır. [Thinking is shared by all.]
D2. Logos her şeye ortak olmasına karşın, çoğunluk sanki kendilerine özel düşünceleri varmış gibi yaşar. [Although the account (logos) is shared, most men live as though their thinking (phronesis) were a private possession.]
*Kahn, Charles H. (2001 –first1979). The Art and Thought of Heraclitus; an edition of the fragments with translation and commentary. Cambridge University Press.
*Herakleitos, (2005). Fragmanlar. Çev. ve yorum: Cengiz Çakmak, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
** Keyif için Empedokles, ecpyrosis ve büyük yıl başlıklarına doğru ilerlenebilir, Timaios okunabilir...
2b. KÖ'süzlük
Bizim için ilginç olan, Herakleitos KÖ üzerine de kafa yormuş gibi görünüyor, ya da konu illa ki KÖ'ye de geliyor gibi, ya da belki en baştan onunla da ilgili:
D88. Aynı şeydir yaşayan ve ölen, uyanık ve uyuyan, genç ve yaşlı. Çünkü sonrakiler öncekilerle, öncekiler sonrakilerle yer değiştirir. [The same ...: living and dead, and the waking and the sleeping, and young and old. For these transposed are those, and those transposed again are these.]
D62. Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür. [İmmortals are mortal, mortals immortal, living the others’ death, dead in the others’ life.]
D21. Uyanıkken bütün gördüğümüz ölüm, uyurken gördüğümüz ise uykudur.
D26. Geceleyin gözün ışığı söndüğünde, insan bir kandil yakar kendine; yaşarken ölüye dokunur uykusunda; uyanıkken uyuyana. [A man strikes a light for himself in the night, when his sight is quenched. Living, he touches the dead in his sleep; waking, he touches the sleeper.]
Bu şüphesiz aynı ırmağa iki kere girememeye sebep olan dönüşüm yasası ve döngüsellikle bağlantılı:
D6. [Aristoteles versiyonu:] Güneş hergün yenidir. [Bunun bir de Platon versiyonu var:] “The sun of heraclitus ... is extinguished in old age ... but rekindled again.” [Güneş gitmişti, sonra gelmişti. Arada bir kopukluk –gece- olduğu halde onu aynı şey, yani güneş olarak adlandırmamızın sebebi neydi?]
D12. [Meşhur ırmak fragmanı:] As they step into the same rivers, other and still other waters flow upon them. [Cleanthes’in ruhbilimsel karşılaştırma için eklediği ikinci bir cümle var:] Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar; ruhlar nemli olandan buharlaşırlar. [İfadeler şöyle çeşitlendiriliyor: Irmak aynı ırmak değildir, ırmak hem aynı ırmaktır hem değildir, kişi aynı kişi değildir, hem aynı kişidir hem değildir, ve son olarak her biri ve bütün kombinasyonlar.]
D36. [Clement’ten:] Ruhlar için ölüm su olmaktır. Suyun ölümü toprak olmaktır. Su topraktan meydana gelir, ruh da sudan. [For souls it is death to become water, for water it is death to become earth; out of earth water arises, out of water soul.]
D91 [Plutarkos:] "According to Heraclitus one cannot step twice into the same river, nor can one grasp any mortal substance in a stable condition, but by the intensity and the rapidity of change it scatters and again gathers. Or rather, not again nor later but at the same time it forms and dissolves, and approaches and departs."
Bizim için ilginç olan, Herakleitos KÖ üzerine de kafa yormuş gibi görünüyor, ya da konu illa ki KÖ'ye de geliyor gibi, ya da belki en baştan onunla da ilgili:
D88. Aynı şeydir yaşayan ve ölen, uyanık ve uyuyan, genç ve yaşlı. Çünkü sonrakiler öncekilerle, öncekiler sonrakilerle yer değiştirir. [The same ...: living and dead, and the waking and the sleeping, and young and old. For these transposed are those, and those transposed again are these.]
D62. Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür. [İmmortals are mortal, mortals immortal, living the others’ death, dead in the others’ life.]
D21. Uyanıkken bütün gördüğümüz ölüm, uyurken gördüğümüz ise uykudur.
D26. Geceleyin gözün ışığı söndüğünde, insan bir kandil yakar kendine; yaşarken ölüye dokunur uykusunda; uyanıkken uyuyana. [A man strikes a light for himself in the night, when his sight is quenched. Living, he touches the dead in his sleep; waking, he touches the sleeper.]
Bu şüphesiz aynı ırmağa iki kere girememeye sebep olan dönüşüm yasası ve döngüsellikle bağlantılı:
D6. [Aristoteles versiyonu:] Güneş hergün yenidir. [Bunun bir de Platon versiyonu var:] “The sun of heraclitus ... is extinguished in old age ... but rekindled again.” [Güneş gitmişti, sonra gelmişti. Arada bir kopukluk –gece- olduğu halde onu aynı şey, yani güneş olarak adlandırmamızın sebebi neydi?]
D12. [Meşhur ırmak fragmanı:] As they step into the same rivers, other and still other waters flow upon them. [Cleanthes’in ruhbilimsel karşılaştırma için eklediği ikinci bir cümle var:] Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar; ruhlar nemli olandan buharlaşırlar. [İfadeler şöyle çeşitlendiriliyor: Irmak aynı ırmak değildir, ırmak hem aynı ırmaktır hem değildir, kişi aynı kişi değildir, hem aynı kişidir hem değildir, ve son olarak her biri ve bütün kombinasyonlar.]
D36. [Clement’ten:] Ruhlar için ölüm su olmaktır. Suyun ölümü toprak olmaktır. Su topraktan meydana gelir, ruh da sudan. [For souls it is death to become water, for water it is death to become earth; out of earth water arises, out of water soul.]
D91 [Plutarkos:] "According to Heraclitus one cannot step twice into the same river, nor can one grasp any mortal substance in a stable condition, but by the intensity and the rapidity of change it scatters and again gathers. Or rather, not again nor later but at the same time it forms and dissolves, and approaches and departs."
2c. Antik indirgemecilik
İmdi [Kahn'ı takip edersek (XCIII, D.88'e yorum)] değişim ve hal değiştirmek kaçınılmaz, uyanık uyuyana, yaşayan ölüye, genç yaşlıya ve ama sonra tersine doğru da (çünkü çemberin iki ucu aynı)... Zıtlar arasındaki dönüşümler bitimsiz döngüsellikler içinde yeniden yeniden gerçekleşiyor. Ancak bu zıtlar birbiriyle bir uyum ve birliktelik içindeler ve sayılanların hepsi de aslında aynı türden ve ateşle takas oluyorlar [teksesli mi derdik?].
Döngüsellik yeniden ve yeniden ve yeni biçimlerde varlığa gelip durana işaret ediyor. Kişi sözkonusu olduğunda, reenkarnasyon kurgularının iki ana biçimi var. Birinde yeniden doğuşun ve özdeşliğin taşıyıcısı olan bir ruh bulunuyor. Mesela Pisagorcu ya da Platoncu ruh göçleri böyle. Öte yandan böyle bir taşıyıcı töz ya da ruhun bulunmadığı, dolayısıyla bir KÖ'nün söz konusu olmadığı kurgular da var, söz gelimi Budizm'deki reenkarnasyon. Ve Herakleitos'ta da KÖ korumayan bir tür döngüsellik olabileceğini anlıyoruz.
Ama dahası, gündelik yaşantımız, uykudan uyumaya geçmek ve ertesi gün yeniden uyanmak, gençlikten yaşlılığa geçmek vb. de aslında aynı şekilde başkaya / farklıya geçme süreçleri ve bunlar da KÖ korumuyor (ve bazen aynı güneşin gecede kaybolması gibi kopukluklar barındırabiliyorlar). 'Başka olmaya geçmek' bu makro süreçlerde daha kolay görünür oluyor evet ama, ırmak fragmanı da gösteriyor ki, esasında başkalaşma her an gerçekleşiyor. Kişi de, diğer herşey gibi her an başka olmaya geçiyor, yani zamanda KÖ olanaksız. Ama onun yerine, aynı ırmağın kendisi kalması gibi, bir biçim sürekliliği ya da tekrarı öneriliyor. Sonuçta sular farklı ama dikkat edilecek olursa, bir anlamda, ırmak 'aynı'. Dolayısıyla fiziksel ve psikolojik sürekliliklerin olanaklı ve mevcut görüldüğü açık. Budizm'in reenkarnasyon ve karma anlayışı da buna dayanıyor. Bu noktada Parfit'in R ilişkisi hatırlanabilir. Eliminativist indirgemeciliklerin tarihi eski yani.
İmdi [Kahn'ı takip edersek (XCIII, D.88'e yorum)] değişim ve hal değiştirmek kaçınılmaz, uyanık uyuyana, yaşayan ölüye, genç yaşlıya ve ama sonra tersine doğru da (çünkü çemberin iki ucu aynı)... Zıtlar arasındaki dönüşümler bitimsiz döngüsellikler içinde yeniden yeniden gerçekleşiyor. Ancak bu zıtlar birbiriyle bir uyum ve birliktelik içindeler ve sayılanların hepsi de aslında aynı türden ve ateşle takas oluyorlar [teksesli mi derdik?].
Döngüsellik yeniden ve yeniden ve yeni biçimlerde varlığa gelip durana işaret ediyor. Kişi sözkonusu olduğunda, reenkarnasyon kurgularının iki ana biçimi var. Birinde yeniden doğuşun ve özdeşliğin taşıyıcısı olan bir ruh bulunuyor. Mesela Pisagorcu ya da Platoncu ruh göçleri böyle. Öte yandan böyle bir taşıyıcı töz ya da ruhun bulunmadığı, dolayısıyla bir KÖ'nün söz konusu olmadığı kurgular da var, söz gelimi Budizm'deki reenkarnasyon. Ve Herakleitos'ta da KÖ korumayan bir tür döngüsellik olabileceğini anlıyoruz.
Ama dahası, gündelik yaşantımız, uykudan uyumaya geçmek ve ertesi gün yeniden uyanmak, gençlikten yaşlılığa geçmek vb. de aslında aynı şekilde başkaya / farklıya geçme süreçleri ve bunlar da KÖ korumuyor (ve bazen aynı güneşin gecede kaybolması gibi kopukluklar barındırabiliyorlar). 'Başka olmaya geçmek' bu makro süreçlerde daha kolay görünür oluyor evet ama, ırmak fragmanı da gösteriyor ki, esasında başkalaşma her an gerçekleşiyor. Kişi de, diğer herşey gibi her an başka olmaya geçiyor, yani zamanda KÖ olanaksız. Ama onun yerine, aynı ırmağın kendisi kalması gibi, bir biçim sürekliliği ya da tekrarı öneriliyor. Sonuçta sular farklı ama dikkat edilecek olursa, bir anlamda, ırmak 'aynı'. Dolayısıyla fiziksel ve psikolojik sürekliliklerin olanaklı ve mevcut görüldüğü açık. Budizm'in reenkarnasyon ve karma anlayışı da buna dayanıyor. Bu noktada Parfit'in R ilişkisi hatırlanabilir. Eliminativist indirgemeciliklerin tarihi eski yani.
3. Parmenides ve iyi yuvarlanmış hakikat
Çoğu yorumcu Parmenides'in* ontolojisini 'varolması zorunlu olan'dan ibaret görüyor [A]. Değişmeyen ve varlığı zorunlu olan üzerine aynı zamanda doğru bilgi de oluşturabiliyoruz. Öte yandan 'varolmaması zorunlu olan'ın durumu da ilginç aslında. Bunlar da Diels fragman 6'nın bir yorumuna göre iki türler. Biri doğrudan hiç olduğu için düşünemediklerimiz [B]. Ama bir de, ilginç olan, bir takım 'kafası karışık, kör ve sağırların' kabul ettiği, hem aynı olan hem aynı olmayanlardan bahsedilmiş gibi [C]:
[Coxon, p58:] "It is necessary to assert and conceive that this is Being [A]. For it is for being, but Nothing is not [B]. These things I command you to heed. From this way of enquiry I keep you first of all, but secondly from that on which mortals with no understanding stray two-headed, for perplexity in their own breasts directs their mind astray and they are borne on deaf and blind alike in bewilderment, people without judgement, by whom this has been accepted as both being and not being the same and not the same [C], and for all of whom their journey turns backwards again." [Palmer, Fr6: "it is and is not [,] the same and not the same".]
C'lere belli ki inananlar var ama bunlara dair bilgi de olanaksız, çünkü bunlar 'her yana gidiyor'; yani, hem geniş hem dar, hem uzun hem kısa, hem sınırlı hem sınırsız oluyorlar, hem parçalı hem dar, hem tek hem çok... Parmenides'in şiirinin ikinci kısmı bu tip şeylere dair kozmolojik ve doğabilimsel bilgiyi aktarıyormuş ama büyük ölçüde kayıp. Eğer bunlar varolmaması zorunlu olanlarsa ve biz bunlara dair hiç bir şey bilemiyorsak bu ikinci kısmın neden yazıldığını açıklamak o kadar kolay olmuyor.
*A.H. Coxon (2009, orig. 1986). The Fragments Of Parmenides: A Critical Text with Introduction and Translation, the Ancient Testimonia and a Commentary. Revised and Expanded Edition edited with new Translations by Richard McKirahan and a new Preface by Malcolm Schofield, Parmenides Publishing.
*Palmer, John, "Parmenides", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Winter 2016 Edition), Edward N. Zalta (ed.),
Çoğu yorumcu Parmenides'in* ontolojisini 'varolması zorunlu olan'dan ibaret görüyor [A]. Değişmeyen ve varlığı zorunlu olan üzerine aynı zamanda doğru bilgi de oluşturabiliyoruz. Öte yandan 'varolmaması zorunlu olan'ın durumu da ilginç aslında. Bunlar da Diels fragman 6'nın bir yorumuna göre iki türler. Biri doğrudan hiç olduğu için düşünemediklerimiz [B]. Ama bir de, ilginç olan, bir takım 'kafası karışık, kör ve sağırların' kabul ettiği, hem aynı olan hem aynı olmayanlardan bahsedilmiş gibi [C]:
[Coxon, p58:] "It is necessary to assert and conceive that this is Being [A]. For it is for being, but Nothing is not [B]. These things I command you to heed. From this way of enquiry I keep you first of all, but secondly from that on which mortals with no understanding stray two-headed, for perplexity in their own breasts directs their mind astray and they are borne on deaf and blind alike in bewilderment, people without judgement, by whom this has been accepted as both being and not being the same and not the same [C], and for all of whom their journey turns backwards again." [Palmer, Fr6: "it is and is not [,] the same and not the same".]
C'lere belli ki inananlar var ama bunlara dair bilgi de olanaksız, çünkü bunlar 'her yana gidiyor'; yani, hem geniş hem dar, hem uzun hem kısa, hem sınırlı hem sınırsız oluyorlar, hem parçalı hem dar, hem tek hem çok... Parmenides'in şiirinin ikinci kısmı bu tip şeylere dair kozmolojik ve doğabilimsel bilgiyi aktarıyormuş ama büyük ölçüde kayıp. Eğer bunlar varolmaması zorunlu olanlarsa ve biz bunlara dair hiç bir şey bilemiyorsak bu ikinci kısmın neden yazıldığını açıklamak o kadar kolay olmuyor.
*A.H. Coxon (2009, orig. 1986). The Fragments Of Parmenides: A Critical Text with Introduction and Translation, the Ancient Testimonia and a Commentary. Revised and Expanded Edition edited with new Translations by Richard McKirahan and a new Preface by Malcolm Schofield, Parmenides Publishing.
*Palmer, John, "Parmenides", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Winter 2016 Edition), Edward N. Zalta (ed.),
3b. Olan ve olmaması mümkün olmayan
Gerçek bilgi tabii varolan ve varolmaması mümkün olmayanla ilgilidir. Buna akıl yürütme üzerinden erişilir. Akıl yürütmelerimiz bize kesin olarak (ve algısal ve empirik verilerin gösterdiğinin tam aksi yönde; bugün 'a priori olarak' derdik) gösteriyor ki, kendinle aynı olan ve varolmaması olanaklı olmayan üretilmemiştir, ölümsüzdür, bütün ve tekbiçimlidir, bölünmemiştir, tam olarak varolandan ibarettir, daha çok ya da az var değildir, süreklidir, hareketsiz ve mükemmeldir, başlamaz, bitmez, aynıdır, aynı yerdedir, eksiksizdir ve her noktası merkeze eşit uzaklıkta olduğundan küreseldir:
[fr. 8.1-4]: "... For if it was, it is not, nor if ever it is going to be:/ thus generation is extinguished and destruction unheard of."
“Nor is it divided, since it is all alike;/ and it is not any more there, which would keep it from holding together,/ nor any worse, but it is all replete with What Is./ Therefore it is all continuous: for What Is draws to What Is.”
[fr. 8.26-33]: "And unmoved within the limits of great bonds/ it is unbeginning unending, since generation and destruction/ have wandered quite far away, and genuine conviction has expelled them./ And remaining the same, in the same place, and on its own it rests,/ and thus steadfast right there it remains; for powerful Necessity/ holds it in the bonds of a limit, which encloses it all around,/ wherefore it is right that What Is be not unfulfilled; for it is not lacking: if it were, it would lack everything."
Bilindik monist yoruma göre, Parmenides için dünya bizim onu algıladığımız tarzda var değildir, hatta bu şekilde varolmaması zorunludur (akıl yürütmelerin tarzına bakarak varolması akli olarak mümkün değildir de diyebilirdik), aynı kalmayan ve değişenlere dair tüm görüşler yanıltıcıdır.
Gelgelelim, yukarıda andığımız daha az sahiplenilmiş yorumu dikkate alırsak, yani olası araştırmaları ve araştırılanları 3'e ayırıyorsak (A. varolan / aynı, B. varolmayan ve C. hem aynı hem başka), Platon'un çıkış noktalarını burada yakalayabiliyoruz. Ya da mesela Aristoteles'in ilk felsefe [sonradan metafizik denen] ve doğa bilimi arasındaki ayrımını da...
Çünkü Parmenides kendisi de şiirinin ikinci yarısında tam da bunlardan bahsediyor. Düşünürsek, insan kaçınılmaz olarak yanılsamaların doğasını da incelemek durumunda. Çünkü insan kendisi de bu yanılsamalar arasında. Tüm monizmlerin bir yanda arzusu / takıntısı diğer yanda belası olan şu Bir'e karışma / yitme - bireyleşme karşıtlığı...
Gerçek bilgi tabii varolan ve varolmaması mümkün olmayanla ilgilidir. Buna akıl yürütme üzerinden erişilir. Akıl yürütmelerimiz bize kesin olarak (ve algısal ve empirik verilerin gösterdiğinin tam aksi yönde; bugün 'a priori olarak' derdik) gösteriyor ki, kendinle aynı olan ve varolmaması olanaklı olmayan üretilmemiştir, ölümsüzdür, bütün ve tekbiçimlidir, bölünmemiştir, tam olarak varolandan ibarettir, daha çok ya da az var değildir, süreklidir, hareketsiz ve mükemmeldir, başlamaz, bitmez, aynıdır, aynı yerdedir, eksiksizdir ve her noktası merkeze eşit uzaklıkta olduğundan küreseldir:
[fr. 8.1-4]: "... For if it was, it is not, nor if ever it is going to be:/ thus generation is extinguished and destruction unheard of."
“Nor is it divided, since it is all alike;/ and it is not any more there, which would keep it from holding together,/ nor any worse, but it is all replete with What Is./ Therefore it is all continuous: for What Is draws to What Is.”
[fr. 8.26-33]: "And unmoved within the limits of great bonds/ it is unbeginning unending, since generation and destruction/ have wandered quite far away, and genuine conviction has expelled them./ And remaining the same, in the same place, and on its own it rests,/ and thus steadfast right there it remains; for powerful Necessity/ holds it in the bonds of a limit, which encloses it all around,/ wherefore it is right that What Is be not unfulfilled; for it is not lacking: if it were, it would lack everything."
Bilindik monist yoruma göre, Parmenides için dünya bizim onu algıladığımız tarzda var değildir, hatta bu şekilde varolmaması zorunludur (akıl yürütmelerin tarzına bakarak varolması akli olarak mümkün değildir de diyebilirdik), aynı kalmayan ve değişenlere dair tüm görüşler yanıltıcıdır.
Gelgelelim, yukarıda andığımız daha az sahiplenilmiş yorumu dikkate alırsak, yani olası araştırmaları ve araştırılanları 3'e ayırıyorsak (A. varolan / aynı, B. varolmayan ve C. hem aynı hem başka), Platon'un çıkış noktalarını burada yakalayabiliyoruz. Ya da mesela Aristoteles'in ilk felsefe [sonradan metafizik denen] ve doğa bilimi arasındaki ayrımını da...
Çünkü Parmenides kendisi de şiirinin ikinci yarısında tam da bunlardan bahsediyor. Düşünürsek, insan kaçınılmaz olarak yanılsamaların doğasını da incelemek durumunda. Çünkü insan kendisi de bu yanılsamalar arasında. Tüm monizmlerin bir yanda arzusu / takıntısı diğer yanda belası olan şu Bir'e karışma / yitme - bireyleşme karşıtlığı...
4. Theaitetos'ta empirisizmin portresi
Theaitetos'ta* Sokrates 'bilgi nedir?' diye soruyor ve ama bilginin türlerini ya da örneklerini değil, bilginin kavramını arıyor (146-7). Bu ayrım merkezi, zira bilginin bir kavramı olduğunu varsayıyor ki Platon'un biçimler kurgusunda bilginin biçiminin / ideasının kendi adına varolduğunu ve onun kendisinin de bilgece olduğunu biliyoruz [burada geleneksel bir Platon okuması kabul ediyorum, yani biçimler kuramını hiç bırakmadığı ama detaylandırıp tartışmaya devam ettiği yolunda].
Theaitetos yanıt olarak bilginin basitçe 'algılama' olduğunu bildiriyor (151e). Modern empirisizmin doğrudan atası olan bu ifadeyi Sokrates hızla Sofist Protagoras'a bağlıyor (152a), 'İnsan her şeyin ölçüsüdür: olan şeyler için olduklarının, olmayan şeyler için olmadıklarının ölçüsü'.
Bu Parmenides'in savunduğunun birebir aksi, ya da reddettiği neyse onu ön plana alan bir bakış. Sokrates bu ifadenin arkasındaki 'gizli hakikati' detaylandırıyor (152d-e): Kendinde bir tek şey olan hiç bir şey yoktur: haklı biçimde bir şey ya da bir şey türü diyebileceğimiz hiçbirşey.. Bir şeye geniş dersin, kendini küçük gösterir, ağır dersin, hafif görünebilir [Parmenides ve Herakleitos da aynı fikirde?: her yöne giden ve zıddına dönüşen şeyler]... Gerçekte doğru olan şudur: varolduklarını söylediğimiz şeyler, hareket ve değişim ve bir diğeriyle karışma sonucu, bir varolmaya gelme sürecindedirler. Dolayısıyla 'vardır' [are] derken hatalıyızdır, zira hiçbir şey hiçbir zaman var değildir [is] ama herşey olmaya gelmektedir (coming to be).
Şimdi, diyalogdaki Sokrates'e göre (152e) Parmenides bir yanda, Herakleitos, Empedokles ve Protagoras diğer yanda. İkinci grup her şeyin hareket ve değişim halinde olduğundan hareketle empirisist bir bilgi kuramı öneriyor. İlk grup ise değişmeyenin varolduğunu, hatta ancak onun varolduğunu ve hakiki bilginin de buna dair olduğunu savunmakta. Yukarıdaki paragrafı düşündüğümüzde bu noktada ontoloji ve epistemolojinin nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu görüyoruz, en azından Platon'un kurgusu buna dönük (160d-e). Kendisi için bu birliktelik ne kadar önemli idiyise rakiplerine de aynını atfedebilme yolunda bir ebelik hüneri sergiliyor [ve metinde bu noktaya kadar matematiğe yapılan atıflar matematiksel bir teoremin ya da tanımın bu tip bir bilgiye analojik olduğunu hissettiriyor, daha sonra Timaeus'ta bu bağlantı daha kuvvetli hale gelecek].
*Plato, complete works, 1997, Ed by John M. Cooper, Hackett Publishing Company.
Theaitetos'ta* Sokrates 'bilgi nedir?' diye soruyor ve ama bilginin türlerini ya da örneklerini değil, bilginin kavramını arıyor (146-7). Bu ayrım merkezi, zira bilginin bir kavramı olduğunu varsayıyor ki Platon'un biçimler kurgusunda bilginin biçiminin / ideasının kendi adına varolduğunu ve onun kendisinin de bilgece olduğunu biliyoruz [burada geleneksel bir Platon okuması kabul ediyorum, yani biçimler kuramını hiç bırakmadığı ama detaylandırıp tartışmaya devam ettiği yolunda].
Theaitetos yanıt olarak bilginin basitçe 'algılama' olduğunu bildiriyor (151e). Modern empirisizmin doğrudan atası olan bu ifadeyi Sokrates hızla Sofist Protagoras'a bağlıyor (152a), 'İnsan her şeyin ölçüsüdür: olan şeyler için olduklarının, olmayan şeyler için olmadıklarının ölçüsü'.
Bu Parmenides'in savunduğunun birebir aksi, ya da reddettiği neyse onu ön plana alan bir bakış. Sokrates bu ifadenin arkasındaki 'gizli hakikati' detaylandırıyor (152d-e): Kendinde bir tek şey olan hiç bir şey yoktur: haklı biçimde bir şey ya da bir şey türü diyebileceğimiz hiçbirşey.. Bir şeye geniş dersin, kendini küçük gösterir, ağır dersin, hafif görünebilir [Parmenides ve Herakleitos da aynı fikirde?: her yöne giden ve zıddına dönüşen şeyler]... Gerçekte doğru olan şudur: varolduklarını söylediğimiz şeyler, hareket ve değişim ve bir diğeriyle karışma sonucu, bir varolmaya gelme sürecindedirler. Dolayısıyla 'vardır' [are] derken hatalıyızdır, zira hiçbir şey hiçbir zaman var değildir [is] ama herşey olmaya gelmektedir (coming to be).
Şimdi, diyalogdaki Sokrates'e göre (152e) Parmenides bir yanda, Herakleitos, Empedokles ve Protagoras diğer yanda. İkinci grup her şeyin hareket ve değişim halinde olduğundan hareketle empirisist bir bilgi kuramı öneriyor. İlk grup ise değişmeyenin varolduğunu, hatta ancak onun varolduğunu ve hakiki bilginin de buna dair olduğunu savunmakta. Yukarıdaki paragrafı düşündüğümüzde bu noktada ontoloji ve epistemolojinin nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu görüyoruz, en azından Platon'un kurgusu buna dönük (160d-e). Kendisi için bu birliktelik ne kadar önemli idiyise rakiplerine de aynını atfedebilme yolunda bir ebelik hüneri sergiliyor [ve metinde bu noktaya kadar matematiğe yapılan atıflar matematiksel bir teoremin ya da tanımın bu tip bir bilgiye analojik olduğunu hissettiriyor, daha sonra Timaeus'ta bu bağlantı daha kuvvetli hale gelecek].
*Plato, complete works, 1997, Ed by John M. Cooper, Hackett Publishing Company.
4b. reductio ad absurdum olarak KÖ'süzlük
182-3'te beni ilgilendiren esas hamle geliyor: herşey sürekli bir akış halinde olduğuna göre herhangi bir algılama sürekli elimizden kaçıp gidiyordur. Bu durumda mesela herhangi bir şeye 'görmemek' yerine 'görmek' diyemeyiz. Eğer herşey her yöne doğru hareket halindeyse herşey elimden kayıp gitmektedir ve herhangi bir konudaki herhangi bir cevap eşit derecede doğrudur: hem böyledir hem değildir, ya da böyle olmaya ya da olmamaya geçer denebilir. E böyle bilgi olmaz. Bir kere, varlığa erişemeyen kişi hakikate erişebilir mi? E peki bir şeyin hakikatine erişemeyen kişinin o şeyi bildiği söylenebilir mi? Demek ki bilgi deneyimler yoluyla elde edilemez (186c). Dahası, bilgi ne algıdır, ne doğru yargıdır, ne de doğru yargıya eklenmiş açıklama (210b).
Şimdi, sürekli değişip durma, her yöne değişme / gitme, dolayısıyla deneyimde / algıda hem öyle hem böyle olma, varolmama ama varolmaya gelme durumu herhalde kişileri de kapsayacağına göre, 166b'de konu doğrudan KÖ'ye bağlanıyor:
"Now, to begin with, do you expect someone to grant you that a man's present memory of something which he has experienced in the past but is no longer experiencing is the same sort of experience as he then had? That is very far from being true. Again, do you suppose he will hesitate to admit that it is possible for the same man to know and not know the same thing? Or --if he has misgivings about this--do you expect him to concede to you that the man, who is in process of becoming unlike, is the same as he was before the process began? Do you expect him even to speak of "the man" rather than of "the men", indeed of an infinite number of these men coming to be in succession, assuming this process of becoming unlike?"
[bu bir tür reductio ad absurdum]
182-3'te beni ilgilendiren esas hamle geliyor: herşey sürekli bir akış halinde olduğuna göre herhangi bir algılama sürekli elimizden kaçıp gidiyordur. Bu durumda mesela herhangi bir şeye 'görmemek' yerine 'görmek' diyemeyiz. Eğer herşey her yöne doğru hareket halindeyse herşey elimden kayıp gitmektedir ve herhangi bir konudaki herhangi bir cevap eşit derecede doğrudur: hem böyledir hem değildir, ya da böyle olmaya ya da olmamaya geçer denebilir. E böyle bilgi olmaz. Bir kere, varlığa erişemeyen kişi hakikate erişebilir mi? E peki bir şeyin hakikatine erişemeyen kişinin o şeyi bildiği söylenebilir mi? Demek ki bilgi deneyimler yoluyla elde edilemez (186c). Dahası, bilgi ne algıdır, ne doğru yargıdır, ne de doğru yargıya eklenmiş açıklama (210b).
Şimdi, sürekli değişip durma, her yöne değişme / gitme, dolayısıyla deneyimde / algıda hem öyle hem böyle olma, varolmama ama varolmaya gelme durumu herhalde kişileri de kapsayacağına göre, 166b'de konu doğrudan KÖ'ye bağlanıyor:
"Now, to begin with, do you expect someone to grant you that a man's present memory of something which he has experienced in the past but is no longer experiencing is the same sort of experience as he then had? That is very far from being true. Again, do you suppose he will hesitate to admit that it is possible for the same man to know and not know the same thing? Or --if he has misgivings about this--do you expect him to concede to you that the man, who is in process of becoming unlike, is the same as he was before the process began? Do you expect him even to speak of "the man" rather than of "the men", indeed of an infinite number of these men coming to be in succession, assuming this process of becoming unlike?"
[bu bir tür reductio ad absurdum]
4c. KÖ'süzlüğün gülünçlüğü
Biraz daha açıklama gerekliyse, Platon oluşun tarafını tutanları sayarken Homeros'u ve komedi yazarı Epicharmus'u da listeliyor (152e), onun ifadesiyle bu konunun KÖ'ye nasıl bağlandığını analım:*
[Girişte Parmenides'i hatırlatıyor] ... at least of the things which we are thus talking about now; on the contrary, they existed from all eternity. . .
[Daha sonra argümanı naklediyor. Bu parçayla ilgili geleneksel anlatıya göre, bir alacaklı borçlusunu pazar yerinde yakalamış, borçlusu ise artık aynı kişi olmadığından hareketle yükümlülüğünü savmaya çalışıyor:]
"a [borçlu]. But suppose some one chooses to add a single pebble to a heap containing either an odd or an even number, whichever you please, or to take away one of those already there; do you think the number of pebbles would remain the same?
b [alacaklı]. Not I.
a. Nor yet, if one chooses to add to a cubit-measure another length, or cut off some of what was there already, would the original measure still exist?
b. Of course not.
a. Now consider mankind in this same way. One man grows, and another again shrinks; and they are all undergoing change the whole time. But a thing which naturally changes and never remains in the same state must ever be different from that which has thus changed. And even so you and I were one pair of men yesterday, are another to-day, and again will be another to-morrow, and will never remain ourselves, by this same argument."
*Lives of the Eminent Philosophers by Diogenes Laërtius, translated by Robert Drew Hicks, Book III, 11.
Dolayısıyla Platon'un da, ölümde dağılıp giden dünyevi bedenimize karşıt biçimde, daha ziyade biçimler dünyasına benzeyen, parçasız, bölünmeyen, kendine özdeş, dolayısıyla ölümsüz olan, tanrısal kısmımız olan ve ölümden sonra tanrısal mevkisine gidebilecek olan bir ruh icat etmesi gerekmişti [bu bireyleşme kurgusu mesela Parmenides'te eksikti]. Fedon'daki argümanların ilk ikisi ölümden sonrasıyla ve reenkarnasyonla bağlantılı. Sonuncusu ise Parmenides'in Bir'e dair argümanlarının bir uyarlaması olarak okunabilir ama Platon çoktan kendine has düalizme (aynı ve değişen) varmış durumda.
Bu animizm ve şamanizmde bedenin adeta bir parçası olan ve bedensiz varolamayan ruhtan çok farklı. Beden dağıldıktan sonra yaşamaya devam ediyor, gah yıldızlara taşınıyor, gah Er Mitinde olduğu gibi reenkarne oluyor (Devlet 614-21). Bu mitteki kurgu ile (ve Pisagorculuk ile de) Jainizm'in reenkarnasyon kurgusu arasındaki benzerlikler dikkate değer [spekülasyon sevenler için Mcevilley, The shape of Ancient Thought]. Ama ayrıca hem andığım ruh tarifi hem de Er Miti Yahudilik-Hristiyanlık-İslam'daki öte dünya ve sınav kurgularının felsefi arka planı olarak da oldukça ilginç.
[Peki öbekler / sorites ve sınırsızca çoğalan kişiler üzerinden reductio'lar tarihte daha kaç kere tekrar edilmeli?]
Biraz daha açıklama gerekliyse, Platon oluşun tarafını tutanları sayarken Homeros'u ve komedi yazarı Epicharmus'u da listeliyor (152e), onun ifadesiyle bu konunun KÖ'ye nasıl bağlandığını analım:*
[Girişte Parmenides'i hatırlatıyor] ... at least of the things which we are thus talking about now; on the contrary, they existed from all eternity. . .
[Daha sonra argümanı naklediyor. Bu parçayla ilgili geleneksel anlatıya göre, bir alacaklı borçlusunu pazar yerinde yakalamış, borçlusu ise artık aynı kişi olmadığından hareketle yükümlülüğünü savmaya çalışıyor:]
"a [borçlu]. But suppose some one chooses to add a single pebble to a heap containing either an odd or an even number, whichever you please, or to take away one of those already there; do you think the number of pebbles would remain the same?
b [alacaklı]. Not I.
a. Nor yet, if one chooses to add to a cubit-measure another length, or cut off some of what was there already, would the original measure still exist?
b. Of course not.
a. Now consider mankind in this same way. One man grows, and another again shrinks; and they are all undergoing change the whole time. But a thing which naturally changes and never remains in the same state must ever be different from that which has thus changed. And even so you and I were one pair of men yesterday, are another to-day, and again will be another to-morrow, and will never remain ourselves, by this same argument."
*Lives of the Eminent Philosophers by Diogenes Laërtius, translated by Robert Drew Hicks, Book III, 11.
Dolayısıyla Platon'un da, ölümde dağılıp giden dünyevi bedenimize karşıt biçimde, daha ziyade biçimler dünyasına benzeyen, parçasız, bölünmeyen, kendine özdeş, dolayısıyla ölümsüz olan, tanrısal kısmımız olan ve ölümden sonra tanrısal mevkisine gidebilecek olan bir ruh icat etmesi gerekmişti [bu bireyleşme kurgusu mesela Parmenides'te eksikti]. Fedon'daki argümanların ilk ikisi ölümden sonrasıyla ve reenkarnasyonla bağlantılı. Sonuncusu ise Parmenides'in Bir'e dair argümanlarının bir uyarlaması olarak okunabilir ama Platon çoktan kendine has düalizme (aynı ve değişen) varmış durumda.
Bu animizm ve şamanizmde bedenin adeta bir parçası olan ve bedensiz varolamayan ruhtan çok farklı. Beden dağıldıktan sonra yaşamaya devam ediyor, gah yıldızlara taşınıyor, gah Er Mitinde olduğu gibi reenkarne oluyor (Devlet 614-21). Bu mitteki kurgu ile (ve Pisagorculuk ile de) Jainizm'in reenkarnasyon kurgusu arasındaki benzerlikler dikkate değer [spekülasyon sevenler için Mcevilley, The shape of Ancient Thought]. Ama ayrıca hem andığım ruh tarifi hem de Er Miti Yahudilik-Hristiyanlık-İslam'daki öte dünya ve sınav kurgularının felsefi arka planı olarak da oldukça ilginç.
[Peki öbekler / sorites ve sınırsızca çoğalan kişiler üzerinden reductio'lar tarihte daha kaç kere tekrar edilmeli?]
<10.01.017> Descartes - Hume - Kant: Ruh üstüne
1a. Descartes ve 'Ben'
Kartezyen "Cogito" argümanının iyi bilinen versiyonları "Söylem"* ve "İlkeler"de** olmakla beraber, "Meditasyonlar"da*** da temkinli bir versiyon var:
Desc. 2. Med. 24. "I will suppose: then, that everything I see is spurious. I will believe that my memory tells me Iies, and that none of the things that it reports ever happened. I have no senses. Body, shape, extension, movement and place are chimeras. So what remains true? Perhaps just the one fact that nothing is certain." . . . 25. "But l have convinced myself that there is absolutely nothing in the world, no sky, no earth, no minds, no bodies. Does it now follow that I too do not exist? No: if I convinced myself of something then I certainly existed. But there is a deceiver of supreme power [aldatıcı bir cin/şeytan] and cunning who is deliberately and constantly deceiving me; and let him deceive me as much as he can, he will never bring it about that I am nothing so long as I think that I am something. So after considering everything very thoroughly, I must finally conclude that this proposition, I am, I exist, is necessarily true whenever it is put forward by me or conceived in my mind. But I do not yet have a sufficient understanding of what this 'I' is, that now necessarily exists. So I must be on guard against carelessly taking something else to be this 'I', and so making a mistake in the very item of knowledge that I maintain is the most ceration and evident of all."
Descartes kötücül bir cinin bizi aldatıyor olabileceğinden hareketle yöntemsel amaçlarla herşeyden şüphe ediyor. Daha sonra şüphe eden şeyin varolmak durumunda olduğunu iddia etmeye geçiyor. Fakat, kısaca 'ben' diye işaret edilen bu şeyin doğasını anlamak ayrı bir problem. Yukarıdaki argümandan Ben diye işaret edilen, süregelen, varkalan, kendi olan bir antite bulunduğunu iddia etmeye geçmek pek mümkün değil. Ben'in tekil / teklik olmadığını, bir çokluğa / çokluya, bu kelimenin karmaşık bazı sistemlere refere ederken kullanılabildiğini görüyoruz [inşacı - nominalist varyantları Rom Harre üzerinen bir not etmeyi düşünüyorum daha sonra]. Gelgelelim, Descartes aynı fikirde değil.
*Rene Descartes, 1998 [1637]. Discourse on Method and Meditations on First Philosophy. Fourth edition, Trans. Donald A. Cress, Hackett Pub. Company, Indianapolis /Cambridge.
**Rene Descartes, 1982 [1644]. Principles Of Philosophy. Trans. V. R. Miller & R.P. Miller, Kluwer Academic Publishing, Dordrecht, Boston, London.
***Rene Descartes, 1982 [1641]. Meditations on First Philosophy with Selections from the Objections and Replies, Trans. and ed. by John Cottingham, D. Reidel Publishing Company, Kluwer Group.
1a. Descartes ve 'Ben'
Kartezyen "Cogito" argümanının iyi bilinen versiyonları "Söylem"* ve "İlkeler"de** olmakla beraber, "Meditasyonlar"da*** da temkinli bir versiyon var:
Desc. 2. Med. 24. "I will suppose: then, that everything I see is spurious. I will believe that my memory tells me Iies, and that none of the things that it reports ever happened. I have no senses. Body, shape, extension, movement and place are chimeras. So what remains true? Perhaps just the one fact that nothing is certain." . . . 25. "But l have convinced myself that there is absolutely nothing in the world, no sky, no earth, no minds, no bodies. Does it now follow that I too do not exist? No: if I convinced myself of something then I certainly existed. But there is a deceiver of supreme power [aldatıcı bir cin/şeytan] and cunning who is deliberately and constantly deceiving me; and let him deceive me as much as he can, he will never bring it about that I am nothing so long as I think that I am something. So after considering everything very thoroughly, I must finally conclude that this proposition, I am, I exist, is necessarily true whenever it is put forward by me or conceived in my mind. But I do not yet have a sufficient understanding of what this 'I' is, that now necessarily exists. So I must be on guard against carelessly taking something else to be this 'I', and so making a mistake in the very item of knowledge that I maintain is the most ceration and evident of all."
Descartes kötücül bir cinin bizi aldatıyor olabileceğinden hareketle yöntemsel amaçlarla herşeyden şüphe ediyor. Daha sonra şüphe eden şeyin varolmak durumunda olduğunu iddia etmeye geçiyor. Fakat, kısaca 'ben' diye işaret edilen bu şeyin doğasını anlamak ayrı bir problem. Yukarıdaki argümandan Ben diye işaret edilen, süregelen, varkalan, kendi olan bir antite bulunduğunu iddia etmeye geçmek pek mümkün değil. Ben'in tekil / teklik olmadığını, bir çokluğa / çokluya, bu kelimenin karmaşık bazı sistemlere refere ederken kullanılabildiğini görüyoruz [inşacı - nominalist varyantları Rom Harre üzerinen bir not etmeyi düşünüyorum daha sonra]. Gelgelelim, Descartes aynı fikirde değil.
*Rene Descartes, 1998 [1637]. Discourse on Method and Meditations on First Philosophy. Fourth edition, Trans. Donald A. Cress, Hackett Pub. Company, Indianapolis /Cambridge.
**Rene Descartes, 1982 [1644]. Principles Of Philosophy. Trans. V. R. Miller & R.P. Miller, Kluwer Academic Publishing, Dordrecht, Boston, London.
***Rene Descartes, 1982 [1641]. Meditations on First Philosophy with Selections from the Objections and Replies, Trans. and ed. by John Cottingham, D. Reidel Publishing Company, Kluwer Group.
1b. Cogito ergo sum
Daha iyi bilinen 'cogito'ları da analım yeri gelmişken:
Söylem 4, 31-2: ". . . because I then desired to devote myself exclusively to the search for the truth, I thought it necessary that I do exactly the opposite, and that I reject as absolutely false everything in which I could imagine the least doubt, in order to see whether, after this process, something in my beliefs remained that was entirely indubitable. . . . I resolved to pretend that all the things that had ever entered my mind were no more true than the illusions of my dreams. But immediately afterward I noticed that, while I wanted thus to think that everything was false, it necessarily had to be the case that I, who was thinking this, was something [buraya kadar Meditasyonlardaki versiyonu özetliyor]. And noticing that this truth —I think, therefore I am—was so firm and so assured that all the most extravagant suppositions of the skeptics were incapable of shaking it, I judged that I could accept it without scruple as the first principle of the philosophy I was seeking."
İlkeler 1, §7: "That it is not possible for us to doubt that, while we are doubting, we exist; and that this is the first thing which we know by philosophizing in the correct order.
Further, while rejecting in this way all those things which we can somehow doubt, and even imagining them to be false, we can indeed easily suppose that there is no God, no heaven, no material bodies; and even that we ourselves have no hands, or feet, in short, no body; yet we do not on that account suppose that we, who are thinking such things, are nothing: for it is contradictory for us to believe that that which thinks, at the very time when it is thinking, does not exist. And, accordingly, this knowledge, I think, therefore I am, is the first and most certain to be acquired by and present itself to anyone who is philosophizing in correct order."
Daha iyi bilinen 'cogito'ları da analım yeri gelmişken:
Söylem 4, 31-2: ". . . because I then desired to devote myself exclusively to the search for the truth, I thought it necessary that I do exactly the opposite, and that I reject as absolutely false everything in which I could imagine the least doubt, in order to see whether, after this process, something in my beliefs remained that was entirely indubitable. . . . I resolved to pretend that all the things that had ever entered my mind were no more true than the illusions of my dreams. But immediately afterward I noticed that, while I wanted thus to think that everything was false, it necessarily had to be the case that I, who was thinking this, was something [buraya kadar Meditasyonlardaki versiyonu özetliyor]. And noticing that this truth —I think, therefore I am—was so firm and so assured that all the most extravagant suppositions of the skeptics were incapable of shaking it, I judged that I could accept it without scruple as the first principle of the philosophy I was seeking."
İlkeler 1, §7: "That it is not possible for us to doubt that, while we are doubting, we exist; and that this is the first thing which we know by philosophizing in the correct order.
Further, while rejecting in this way all those things which we can somehow doubt, and even imagining them to be false, we can indeed easily suppose that there is no God, no heaven, no material bodies; and even that we ourselves have no hands, or feet, in short, no body; yet we do not on that account suppose that we, who are thinking such things, are nothing: for it is contradictory for us to believe that that which thinks, at the very time when it is thinking, does not exist. And, accordingly, this knowledge, I think, therefore I am, is the first and most certain to be acquired by and present itself to anyone who is philosophizing in correct order."
1c. Res cogitans vs. res extensa
Yine bizim için önemli olan bir hamle de hemen burdan sonra geliyor. Buna göre düşünen bir şey ile beden arasında bir ayrım olduğunu anlıyoruz. Bu sezginin temel sebebi düşünen şeye dair temel kesinliğimizin bedene atfedilen uzam, biçim, hareket gibi özellikleri içermiyor olması:
İlkeler 1, §8: "That from this we understand the distinction between the soul and the body, or between a thinking thing and a corporeal one.
And {it seems to me that} this is the best path to the understanding of the nature of the mind, and of the distinction between the mind and the body. For in examining what we may be, while supposing all things different from ourselves {and outside our mind} to be false; we clearly perceive that extension, or figure, or local motion (or any similar thing which must be attributed to a body) does not belong to our nature, but only the faculty of thinking, which is therefore known prior to and more certainly than any corporeal things; for we have already perceived this [thinking], and yet are still doubting the rest."
Beden düşünen tözden başka türlü ve onu tüm özelliklerinden önce esas olarak uzamlı olması tarif ediyor:
İ. 2, §8: ". . . For we clearly understand this supposed thing to be completely distinct, not only from God, but also from us or from our mind. Moreover, we seem to see clearly that the idea of it comes from external things, which it perfectly represents; and, of course, as has already been noticed, it is completely contrary to God's nature to be a deceiver. It must therefore be concluded with certainty that there exists a certain substance, extended in length, breadth, and depth, and possessing all those properties which we clearly conceive to be appropriate to extended things; and it is this extended substance which we call body or matter."
Bu noktayı açıklamak için 2. meditasyon boyunca yürütülen tartışmalara bakılabilir. En iyi kendi zihnimizi bilip anlıyoruz, çünkü bedeni bile en iyi müdrike anlıyor:
M. 2 34. "I now know that even bodies are not strictly perceived by the senses or the faculty of imagination but by the intellect alone, and that this perception derives not from their being touched or seen but from their being understood; and in view of this I know plainly that I can achieve an easier and more evident perception of my own mind than of anything else."
Yine bizim için önemli olan bir hamle de hemen burdan sonra geliyor. Buna göre düşünen bir şey ile beden arasında bir ayrım olduğunu anlıyoruz. Bu sezginin temel sebebi düşünen şeye dair temel kesinliğimizin bedene atfedilen uzam, biçim, hareket gibi özellikleri içermiyor olması:
İlkeler 1, §8: "That from this we understand the distinction between the soul and the body, or between a thinking thing and a corporeal one.
And {it seems to me that} this is the best path to the understanding of the nature of the mind, and of the distinction between the mind and the body. For in examining what we may be, while supposing all things different from ourselves {and outside our mind} to be false; we clearly perceive that extension, or figure, or local motion (or any similar thing which must be attributed to a body) does not belong to our nature, but only the faculty of thinking, which is therefore known prior to and more certainly than any corporeal things; for we have already perceived this [thinking], and yet are still doubting the rest."
Beden düşünen tözden başka türlü ve onu tüm özelliklerinden önce esas olarak uzamlı olması tarif ediyor:
İ. 2, §8: ". . . For we clearly understand this supposed thing to be completely distinct, not only from God, but also from us or from our mind. Moreover, we seem to see clearly that the idea of it comes from external things, which it perfectly represents; and, of course, as has already been noticed, it is completely contrary to God's nature to be a deceiver. It must therefore be concluded with certainty that there exists a certain substance, extended in length, breadth, and depth, and possessing all those properties which we clearly conceive to be appropriate to extended things; and it is this extended substance which we call body or matter."
Bu noktayı açıklamak için 2. meditasyon boyunca yürütülen tartışmalara bakılabilir. En iyi kendi zihnimizi bilip anlıyoruz, çünkü bedeni bile en iyi müdrike anlıyor:
M. 2 34. "I now know that even bodies are not strictly perceived by the senses or the faculty of imagination but by the intellect alone, and that this perception derives not from their being touched or seen but from their being understood; and in view of this I know plainly that I can achieve an easier and more evident perception of my own mind than of anything else."
2. Hume: Hani nerde o en iyi bildiğimiz?
Treatise* 1. kitap, 4. bölüm, 6. kısım: "Of personal identity"de Hume diyor ki, p393-4 "There are some philosophers. who imagine we are every moment intimately conscious of what we call our SELF; that we feel its existence and its continuance in existence; and are certain, beyond the evidence of a demonstration, both o' its perfect identity and simplicity. . . . To attempt a farther proof of this were to weaken its evidence; since no proof can be derived from any fact, of which we are so intimately conscious; nor is there any thing, of which we can be certain, if we doubt of this."
Anılan felsefecilerden biri Descartes olabilirdi, zira D. için Ben'in kesinliği kadar Ben'in Ben olmasının kesinliği de tartışma götürmüyor; kendinden açık ilk kesinliğimiz bu. 'Basitlik' ise daha ziyade Platon'un 'ruh'una atfedilebilir. [En önemli referans olan Locke'a yapılan göndermeleri bu paketçikte görmezden geleceğiz, onu KÖ'nün genel tarihiyle ilgili bir pakette yerli yerine koymak istiyorum, Herakleitos'tan Sartre'a ilerleyen bu pakette kurmaya çalıştığım öykünün vurguları farklı]. Gelgelelim:
394. "Unluckily all these positive assertions are contrary to that very experience, which is pleaded for them, nor have we any idea of self, after the manner it is here explained. For from what impression coued this idea be derived?"
Bu eleştiri 'tüm gerçek fikirler bir izlenime / impression'a dayanmalı' diyen empirisist ilkeye temelleniyor. Elimde sadece şuna ya da buna dair tikel algılar var ve ama kendi'yi hiç bir yerde yakalayamıyoruz. Tüm izlenimlerin refere etmesi beklenen bu taşıyıcı kendi'ye ya da Ben'e dair hiç bir izlenimimiz yok, dolayısıyla buna dair bir gerçek fikrimiz de olamaz:
394. "If any impression gives rise to the idea of self, that impression must continue invariably the same, through the whole course of our lives; since self is supposed to exist after that manner. But there is no impression constant and invariable. Pain and pleasure, grief and joy, passions and sensations succeed each other, and never all exist at the same time. It cannot, therefore, be from any of these impressions, or from any other, that the idea of self is derived; and consequently there is no such idea."
395. "when I enter most intimately into what I call myself, I always stumble on some particular perception or other, of heat or cold, light or shade, love or hatred, pain or pleasure. I never can catch myself at any time without a perception, and never can observe any thing but the perception. When my perceptions are removed for any time, as by sound sleep; so long am I insensible of myself, and may truly be said not to exist. And were all my perceptions removed by death, and coued I neither think, nor feel, nor see, nor love, nor hate after the dissolution of my body, I should be entirely annihilated, nor do I conceive what is farther requisite to make me a perfect non-entity."
*David Hume, 2009 [1740]. A Treatise of Human Nature: Being an Attempt to introduce the experimental Method of Reasoning into Moral Subjects. Floating Press.
Treatise* 1. kitap, 4. bölüm, 6. kısım: "Of personal identity"de Hume diyor ki, p393-4 "There are some philosophers. who imagine we are every moment intimately conscious of what we call our SELF; that we feel its existence and its continuance in existence; and are certain, beyond the evidence of a demonstration, both o' its perfect identity and simplicity. . . . To attempt a farther proof of this were to weaken its evidence; since no proof can be derived from any fact, of which we are so intimately conscious; nor is there any thing, of which we can be certain, if we doubt of this."
Anılan felsefecilerden biri Descartes olabilirdi, zira D. için Ben'in kesinliği kadar Ben'in Ben olmasının kesinliği de tartışma götürmüyor; kendinden açık ilk kesinliğimiz bu. 'Basitlik' ise daha ziyade Platon'un 'ruh'una atfedilebilir. [En önemli referans olan Locke'a yapılan göndermeleri bu paketçikte görmezden geleceğiz, onu KÖ'nün genel tarihiyle ilgili bir pakette yerli yerine koymak istiyorum, Herakleitos'tan Sartre'a ilerleyen bu pakette kurmaya çalıştığım öykünün vurguları farklı]. Gelgelelim:
394. "Unluckily all these positive assertions are contrary to that very experience, which is pleaded for them, nor have we any idea of self, after the manner it is here explained. For from what impression coued this idea be derived?"
Bu eleştiri 'tüm gerçek fikirler bir izlenime / impression'a dayanmalı' diyen empirisist ilkeye temelleniyor. Elimde sadece şuna ya da buna dair tikel algılar var ve ama kendi'yi hiç bir yerde yakalayamıyoruz. Tüm izlenimlerin refere etmesi beklenen bu taşıyıcı kendi'ye ya da Ben'e dair hiç bir izlenimimiz yok, dolayısıyla buna dair bir gerçek fikrimiz de olamaz:
394. "If any impression gives rise to the idea of self, that impression must continue invariably the same, through the whole course of our lives; since self is supposed to exist after that manner. But there is no impression constant and invariable. Pain and pleasure, grief and joy, passions and sensations succeed each other, and never all exist at the same time. It cannot, therefore, be from any of these impressions, or from any other, that the idea of self is derived; and consequently there is no such idea."
395. "when I enter most intimately into what I call myself, I always stumble on some particular perception or other, of heat or cold, light or shade, love or hatred, pain or pleasure. I never can catch myself at any time without a perception, and never can observe any thing but the perception. When my perceptions are removed for any time, as by sound sleep; so long am I insensible of myself, and may truly be said not to exist. And were all my perceptions removed by death, and coued I neither think, nor feel, nor see, nor love, nor hate after the dissolution of my body, I should be entirely annihilated, nor do I conceive what is farther requisite to make me a perfect non-entity."
*David Hume, 2009 [1740]. A Treatise of Human Nature: Being an Attempt to introduce the experimental Method of Reasoning into Moral Subjects. Floating Press.
2b. Buket kuramı / Bundle theory
Dikkat edilecek olursa, birbirini takip eden kişi ya da Ben ya da anlardan değil daha da alt düzeyde, daimi bir akış içinde biribirini yerinden edip duran bir algılar çoklusundan bahsediyor, Ben bunların bir buketinden başka bir şey olamaz. Dahası bunları barındırdığı düşünülecek mevkiye / tiyatroya [yani zihne] dair de uzak yakın bir fikrimiz yoktur:
p396 ". . . I may venture to affirm of the rest of mankind, that they are nothing but a bundle or collection of different perceptions, which succeed each other with an inconceivable rapidity, and are in a perpetual flux and movement. ... The mind is a kind of theatre, where several perceptions successively make their appearance; pass, re-pass, glide away, and mingle in an infinite variety of postures and situations. There is properly no simplicity in it at one time, nor identity in different; whatever natural propension we may have to imagine that simplicity and identity. The comparison of the theatre must not mislead us. They are the successive perceptions only, that constitute the mind; nor have we the most distant notion of the place, where these scenes are represented, or of the materials, of which it is composed."
Daha sonra özdeşlik fikrinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya geçiyor. Birbiriyle ilgisiz ama benzer ya da sürekli nesnelere özdeşlik / aynılık atfedebilmemizi sağlayan tabii ki benzerlikler ve nedensel bağlantılar üzerinden nesneleri birbirine bağlayan hayalgücümüz. Şüphesiz akıp giden algıları bir süre koruyan hafızanın da burada vazgeçilmez bir rolü var [p408]. Yani bu bilincimizin / kontrolümüzün dışında / öncesinde işleyen hayalgücümüzün hafıza sayesinde oluşturduğu bir kurgu. Bu noktada Hume parça-bütün ilişkisi varyantlarını irdeleyerek zihnimizin nesneler, bitkiler ve hayvanlara dair ürettiği bir seri mükemmel olmayan özdeşlik durumunu inceliyor [Theseus'un gemisi meselesine atıf yapıyor p402] ve diyor ki:
p405. "The identity, which we ascribe to the mind of man, is only a fictitious one, and of a like kind with that which we ascribe to vegetables and animal bodies. It cannot, therefore, have a different origin, but must proceed from a like operation of the imagination upon like objects."
Dikkat edilecek olursa, birbirini takip eden kişi ya da Ben ya da anlardan değil daha da alt düzeyde, daimi bir akış içinde biribirini yerinden edip duran bir algılar çoklusundan bahsediyor, Ben bunların bir buketinden başka bir şey olamaz. Dahası bunları barındırdığı düşünülecek mevkiye / tiyatroya [yani zihne] dair de uzak yakın bir fikrimiz yoktur:
p396 ". . . I may venture to affirm of the rest of mankind, that they are nothing but a bundle or collection of different perceptions, which succeed each other with an inconceivable rapidity, and are in a perpetual flux and movement. ... The mind is a kind of theatre, where several perceptions successively make their appearance; pass, re-pass, glide away, and mingle in an infinite variety of postures and situations. There is properly no simplicity in it at one time, nor identity in different; whatever natural propension we may have to imagine that simplicity and identity. The comparison of the theatre must not mislead us. They are the successive perceptions only, that constitute the mind; nor have we the most distant notion of the place, where these scenes are represented, or of the materials, of which it is composed."
Daha sonra özdeşlik fikrinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya geçiyor. Birbiriyle ilgisiz ama benzer ya da sürekli nesnelere özdeşlik / aynılık atfedebilmemizi sağlayan tabii ki benzerlikler ve nedensel bağlantılar üzerinden nesneleri birbirine bağlayan hayalgücümüz. Şüphesiz akıp giden algıları bir süre koruyan hafızanın da burada vazgeçilmez bir rolü var [p408]. Yani bu bilincimizin / kontrolümüzün dışında / öncesinde işleyen hayalgücümüzün hafıza sayesinde oluşturduğu bir kurgu. Bu noktada Hume parça-bütün ilişkisi varyantlarını irdeleyerek zihnimizin nesneler, bitkiler ve hayvanlara dair ürettiği bir seri mükemmel olmayan özdeşlik durumunu inceliyor [Theseus'un gemisi meselesine atıf yapıyor p402] ve diyor ki:
p405. "The identity, which we ascribe to the mind of man, is only a fictitious one, and of a like kind with that which we ascribe to vegetables and animal bodies. It cannot, therefore, have a different origin, but must proceed from a like operation of the imagination upon like objects."
2c. Hume'un indirgemeciliği
Benzer eleştiriler basitlik varsayımına da uygulanabilir [p410-1]. Herhangi bir veriye (algıya, izlenime) dayanmadığına göre özdeşlik üzerine tüm tartışmalar sadece sözeldir, söze dairdir:
p410. "The whole of this doctrine leads us to a conclusion, which is of great importance in the present affair, viz. that all the nice and subtile questions concerning personal identity can never possibly be decided, and are to be regarded rather as gramatical than as philosophical difficulties. . . .* All the disputes concerning the identity of connected objects are merely verbal, except so far as the relation of parts gives rise to some fiction or imaginary principle of union, . . ."
Şimdi, bu bir indirgemecilik: Ben ya da kendi diye ayrı bir şey yoktur. Hume'un pozisyonu ile Budizm'i kıyaslayan,** hatta acaba Hume Budizm'den haberdar olmuş olabilir miydi diye soran*** çok ilginç incelemeler var. Diğer yandan tartışmayı dilsel / gramatik bir alana taşımaya dönük benzer güncel arayışları ileride Rom Harre üzerinden bir not etmek niyetindeyim.
Bir konu daha var, not etmek gereken: kendimize KÖ atfetmeden duramayışımızın bir sebebi var: tüm diğer motivasyonlarımız gibi bu da tutkularımızdan kaynaklanıyor; bu örnekte, kendimize dönük kaygımız [concern]:
396-7. "What then gives us so great a propension to ascribe an identity to these successive perceptions, and to suppose ourselves possest of an invariable and uninterrupted existence through the whole course of our lives? In order to answer this question, we must distinguish betwixt personal identity, as it regards our thought or imagination, and as it regards our passions or the concern we take in ourselves."
*Bu noktada beklenmedik [?] bir tür sorites geliyor: "Identity depends on the relations of ideas; and these relations produce identity, by means of that easy transition they occasion. But as the relations, and the easiness of the transition may diminish by insensible degrees, we have no just standard, by which we can decide any dispute concerning the time, when they acquire or lose a title to the name of identity."
**James Giles, The No-Self Theory: Hume, Buddhism, and Personal Identity, Philosophy East and West, Vol. 43, No. 2 (Apr., 1993), pp. 175-200
***Alison Gopnik, 2009, Could David Hume Have Known about Buddhism? Charles Francois Dolu, the Royal College of La Flèche, and the Global Jesuit Intellectual Network, Hume Studies Volume 35, Number 1&2, 2009, pp. 5–28
Benzer eleştiriler basitlik varsayımına da uygulanabilir [p410-1]. Herhangi bir veriye (algıya, izlenime) dayanmadığına göre özdeşlik üzerine tüm tartışmalar sadece sözeldir, söze dairdir:
p410. "The whole of this doctrine leads us to a conclusion, which is of great importance in the present affair, viz. that all the nice and subtile questions concerning personal identity can never possibly be decided, and are to be regarded rather as gramatical than as philosophical difficulties. . . .* All the disputes concerning the identity of connected objects are merely verbal, except so far as the relation of parts gives rise to some fiction or imaginary principle of union, . . ."
Şimdi, bu bir indirgemecilik: Ben ya da kendi diye ayrı bir şey yoktur. Hume'un pozisyonu ile Budizm'i kıyaslayan,** hatta acaba Hume Budizm'den haberdar olmuş olabilir miydi diye soran*** çok ilginç incelemeler var. Diğer yandan tartışmayı dilsel / gramatik bir alana taşımaya dönük benzer güncel arayışları ileride Rom Harre üzerinden bir not etmek niyetindeyim.
Bir konu daha var, not etmek gereken: kendimize KÖ atfetmeden duramayışımızın bir sebebi var: tüm diğer motivasyonlarımız gibi bu da tutkularımızdan kaynaklanıyor; bu örnekte, kendimize dönük kaygımız [concern]:
396-7. "What then gives us so great a propension to ascribe an identity to these successive perceptions, and to suppose ourselves possest of an invariable and uninterrupted existence through the whole course of our lives? In order to answer this question, we must distinguish betwixt personal identity, as it regards our thought or imagination, and as it regards our passions or the concern we take in ourselves."
*Bu noktada beklenmedik [?] bir tür sorites geliyor: "Identity depends on the relations of ideas; and these relations produce identity, by means of that easy transition they occasion. But as the relations, and the easiness of the transition may diminish by insensible degrees, we have no just standard, by which we can decide any dispute concerning the time, when they acquire or lose a title to the name of identity."
**James Giles, The No-Self Theory: Hume, Buddhism, and Personal Identity, Philosophy East and West, Vol. 43, No. 2 (Apr., 1993), pp. 175-200
***Alison Gopnik, 2009, Could David Hume Have Known about Buddhism? Charles Francois Dolu, the Royal College of La Flèche, and the Global Jesuit Intellectual Network, Hume Studies Volume 35, Number 1&2, 2009, pp. 5–28
3. Kant: Aşkınsal paralojizmlerin üçüncüsü
Tabii Kant'ın da düşmanı o fena sofistler. Fakat işte gel gör ki aklın kendisi de bir sofist gibi davranıyor. Yani Hume'un haklı olduğu bir yan var, empirik öncüllerimiz olmadan gayrımeşru akılyürütmelerle bazı iddialarda bulunuyoruz. Daha fenası, işte en bilge olanlar bile bu sofistçe hallerden tamamen ari olamıyor, çünkü bu tip aldanmalar saf aklın kendisine içkin:
A339/B397 "... there will be syllogisms containing no empirical premises, by means of which we can infer from something with which we are acquainted to something of which we have no concept, and yet to which we nevertheless, by an unavoidable illusion, give objective reality. In respect of their result, such inferences are thus to be called sophistical rather than rational inferences; ... They are sophistries not of human beings but of pure reason itself, and even the wisest of all human beings can not get free of them; perhaps after much effort he may guard himself from error, but he can never be wholly rid of the illusion, which ceaselessly teases and mocks him."
Sözgelimi [Descartes gibi] hiç bir çokluk barındırmayan bir özneye dair aşkınsal kavramdan, bu öznenin mutlak birliğini çıkarsıyoruz, bunun adı aşkınsal paralojizm:
A340/B398 "In the first class of syllogisms, from the transcendental concept of a subject that contains nothing manifold I infer the absolute unity of this subject itself, even though in this way I have no concept at all of it. This dialectical inference I will call a transcendental paralogism."
Buna göre, a priori olarak, saf ve basit ruha dair şunları çıkarsıyorum:
A344/B402 "1. The soul is substance, 2. In its quality, simple, 3. In the different times in which it exists, numerically identical i.e., unity (not plurality), 4. In relation to possible objects in space."
Bu elementlerden ruhun saf doktrininin tüm kavramları türeyebiliyor:
". . . immateriality; as simple substance, it gives us that of incorruptibility; its identity, as an intellectual substance, gives us personality; all these points together give us spirituality; the relation to objects in space gives us the interaction with bodies; thus it represents the thinking substance as the principle of life in matter, i.e., as a soul (anima) and as the ground of animality, and this - limited by spirituality - is immortality."
*Immanuel Kant, (1998) [A1781, B1787]. Critique of pure reason. Trans. and ed. by Paul Guyer & Allen W. Wood, Cambridge University Press. >> Second Book of the Transcendental Dialectic, First Chapter, The paralogisms of pure reason.
Tabii Kant'ın da düşmanı o fena sofistler. Fakat işte gel gör ki aklın kendisi de bir sofist gibi davranıyor. Yani Hume'un haklı olduğu bir yan var, empirik öncüllerimiz olmadan gayrımeşru akılyürütmelerle bazı iddialarda bulunuyoruz. Daha fenası, işte en bilge olanlar bile bu sofistçe hallerden tamamen ari olamıyor, çünkü bu tip aldanmalar saf aklın kendisine içkin:
A339/B397 "... there will be syllogisms containing no empirical premises, by means of which we can infer from something with which we are acquainted to something of which we have no concept, and yet to which we nevertheless, by an unavoidable illusion, give objective reality. In respect of their result, such inferences are thus to be called sophistical rather than rational inferences; ... They are sophistries not of human beings but of pure reason itself, and even the wisest of all human beings can not get free of them; perhaps after much effort he may guard himself from error, but he can never be wholly rid of the illusion, which ceaselessly teases and mocks him."
Sözgelimi [Descartes gibi] hiç bir çokluk barındırmayan bir özneye dair aşkınsal kavramdan, bu öznenin mutlak birliğini çıkarsıyoruz, bunun adı aşkınsal paralojizm:
A340/B398 "In the first class of syllogisms, from the transcendental concept of a subject that contains nothing manifold I infer the absolute unity of this subject itself, even though in this way I have no concept at all of it. This dialectical inference I will call a transcendental paralogism."
Buna göre, a priori olarak, saf ve basit ruha dair şunları çıkarsıyorum:
A344/B402 "1. The soul is substance, 2. In its quality, simple, 3. In the different times in which it exists, numerically identical i.e., unity (not plurality), 4. In relation to possible objects in space."
Bu elementlerden ruhun saf doktrininin tüm kavramları türeyebiliyor:
". . . immateriality; as simple substance, it gives us that of incorruptibility; its identity, as an intellectual substance, gives us personality; all these points together give us spirituality; the relation to objects in space gives us the interaction with bodies; thus it represents the thinking substance as the principle of life in matter, i.e., as a soul (anima) and as the ground of animality, and this - limited by spirituality - is immortality."
*Immanuel Kant, (1998) [A1781, B1787]. Critique of pure reason. Trans. and ed. by Paul Guyer & Allen W. Wood, Cambridge University Press. >> Second Book of the Transcendental Dialectic, First Chapter, The paralogisms of pure reason.
3b. Descartes eleştirisi
Tabii esasında Kant doğrudan Descartes'ı değil 'akli psikoloji' diye adlandırdığı popüler bir anlayışı eleştiriyor:
A346/B404 "Now to these concepts four paralogisms of a transcendental doctrine of the soul are related, which are falsely held to be a science of pure reason about the nature of our thinking being. At the ground of this doctrine we can place nothing but the simple and in content for itself wholly empty representation I, of which one cannot even say that it is a concept, but a mere consciousness that accompanies every concept." [Basit ve içeriği olmayan temsil olarak [gösteren mi derdik?] 'Ben' ifadesi bizi Hume'un tavsiyesiyle paralel niçimde gramatik bir analize sürüklerken sonraki cümlede 'her kavrama eşlik eden bir bilinç' bizi yeniden bir anlamda empirik alana çekmiyor mu?]
Bu noktada A metni farklılaşıyor ve yukarıdaki 4 paralojizm'i ayrı ayrı eleştirmeye girişiyor. [Bizi en çok 3. paralojizm ilgilendiriyor: A361-366 "What is conscious of the numerical identity of its Self in different times, is to that extent a person.] B metni ise, sözgelimi Descartes'ın şüphe etmenin mevcudiyetinden Ben'in varlığına geçişine benzer bir hamleyi, yine örneğin Hume'un içebakışta kendi'ye rastlamadığı yolundaki analizine benzer bir yolda eleştiriye tabi tutuyor:
B407 ". . . [(1) akılyürütmedeki analitik ve doğru kısım:] that the I that I think can always be considered as subject, and as something that does not depend on thinking merely as a predicate, must be valid - this is an apodictic and even an identical proposition; [(2) sentetik ve hatalı kısım:] but it does not signify that I as object am for myself a self-subsisting being or substance. The latter goes very far, and hence demands data that are not encountered at all in thinking, and thus (insofar as I consider merely what thinks as such) perhaps demands more than I will ever encounter any where (in it)."
Sonrasında ben'in basitliğine / birliğine dönük eleştiriyi yerli yerine oturtuyor:
B407-8 "[1] That the I of apperception, consequently in every thought, is a single thing that cannot be resolved into a plurality of subjects, and hence a logically simple subject, lies already in the concept of thinking, and is consequently an analytic proposition; [2] but that does not signify that the thinking I is a simple substance, which would be a synthetic proposition."
Tabii esasında Kant doğrudan Descartes'ı değil 'akli psikoloji' diye adlandırdığı popüler bir anlayışı eleştiriyor:
A346/B404 "Now to these concepts four paralogisms of a transcendental doctrine of the soul are related, which are falsely held to be a science of pure reason about the nature of our thinking being. At the ground of this doctrine we can place nothing but the simple and in content for itself wholly empty representation I, of which one cannot even say that it is a concept, but a mere consciousness that accompanies every concept." [Basit ve içeriği olmayan temsil olarak [gösteren mi derdik?] 'Ben' ifadesi bizi Hume'un tavsiyesiyle paralel niçimde gramatik bir analize sürüklerken sonraki cümlede 'her kavrama eşlik eden bir bilinç' bizi yeniden bir anlamda empirik alana çekmiyor mu?]
Bu noktada A metni farklılaşıyor ve yukarıdaki 4 paralojizm'i ayrı ayrı eleştirmeye girişiyor. [Bizi en çok 3. paralojizm ilgilendiriyor: A361-366 "What is conscious of the numerical identity of its Self in different times, is to that extent a person.] B metni ise, sözgelimi Descartes'ın şüphe etmenin mevcudiyetinden Ben'in varlığına geçişine benzer bir hamleyi, yine örneğin Hume'un içebakışta kendi'ye rastlamadığı yolundaki analizine benzer bir yolda eleştiriye tabi tutuyor:
B407 ". . . [(1) akılyürütmedeki analitik ve doğru kısım:] that the I that I think can always be considered as subject, and as something that does not depend on thinking merely as a predicate, must be valid - this is an apodictic and even an identical proposition; [(2) sentetik ve hatalı kısım:] but it does not signify that I as object am for myself a self-subsisting being or substance. The latter goes very far, and hence demands data that are not encountered at all in thinking, and thus (insofar as I consider merely what thinks as such) perhaps demands more than I will ever encounter any where (in it)."
Sonrasında ben'in basitliğine / birliğine dönük eleştiriyi yerli yerine oturtuyor:
B407-8 "[1] That the I of apperception, consequently in every thought, is a single thing that cannot be resolved into a plurality of subjects, and hence a logically simple subject, lies already in the concept of thinking, and is consequently an analytic proposition; [2] but that does not signify that the thinking I is a simple substance, which would be a synthetic proposition."
3c. Kant ve KÖ
Bu noktada özdeşlik eleştirisine geliyoruz, sadece a priori akıl yürütme ile Ben'in varlık ve özdeşliğine dair bir sonuca varamayız, bu akıl yürütmeler geçerli olsa bile:
3. madde / paralojizm: B408 ". . . [1] The proposition of the identity of myself in everything manifold of which I am conscious is equally one lying in the concepts themselves, and hence an analytic proposition; [2] but this identity of the subject, of which I can become conscious in every representation, does not concern the intuition of it, through which it is given as object, and thus cannot signify the identity of the person, by which would be understood the consciousness of the identity of its own substance as a thinking being in all changes of state; in order to prove that what would be demanded is not a mere analysis of the proposition "I think," but rather various synthetic judgments grounded on the given intuition."
Devamındaki 4. madde Ben, bedenim ve diğer şeyler arasındaki ilişkilere dair bilginin sentetik doğasını ortaya koyuyor. Ve sonra şu sonuca varıyoruz:
B409 "Thus through the analysis of the consciousness of myself in thinking in general not the least is won in regard to the cognition of myself as object. The logical exposition of thinking in general is falsely held to be a metaphysical determination of the object."
Yukarıda italik kısım özdeşlik, ya da KÖ kavramlarına dönük apriori taleplerimiz ve bunların refere ettiği olgular arasındaki kaçınılmaz kopukluğa işaret ediyor. Bu durumda, düşünen bir şeye a priori olarak atfettiklerimiz şunlar [yukarıda andığım ilk formülasyondan farklı olmasının sebebi bunun 'saf ve basit bir özne'ye değil 'düşünen bir varlığa' dair olması]:
B419: ". . . after everything empirical has been detached from it . . . what pertains to a thinking being in general: 1. I think, 2. as subject, 3. as simple subject [unity of apperception], 4. as identical subject (in every state of my thinking)."
Sonuç olarak:
B426-7 "I confuse the possible abstraction from my empirically determined existence with the supposed consciousness of a separate possible existence of my thinking Self, and believe that I cognize what is substantial in me as a transcendental subject, since I have in thought merely the unity of consciousness that grounds everything determinate as the mere form of cognition."
Bu noktada özdeşlik eleştirisine geliyoruz, sadece a priori akıl yürütme ile Ben'in varlık ve özdeşliğine dair bir sonuca varamayız, bu akıl yürütmeler geçerli olsa bile:
3. madde / paralojizm: B408 ". . . [1] The proposition of the identity of myself in everything manifold of which I am conscious is equally one lying in the concepts themselves, and hence an analytic proposition; [2] but this identity of the subject, of which I can become conscious in every representation, does not concern the intuition of it, through which it is given as object, and thus cannot signify the identity of the person, by which would be understood the consciousness of the identity of its own substance as a thinking being in all changes of state; in order to prove that what would be demanded is not a mere analysis of the proposition "I think," but rather various synthetic judgments grounded on the given intuition."
Devamındaki 4. madde Ben, bedenim ve diğer şeyler arasındaki ilişkilere dair bilginin sentetik doğasını ortaya koyuyor. Ve sonra şu sonuca varıyoruz:
B409 "Thus through the analysis of the consciousness of myself in thinking in general not the least is won in regard to the cognition of myself as object. The logical exposition of thinking in general is falsely held to be a metaphysical determination of the object."
Yukarıda italik kısım özdeşlik, ya da KÖ kavramlarına dönük apriori taleplerimiz ve bunların refere ettiği olgular arasındaki kaçınılmaz kopukluğa işaret ediyor. Bu durumda, düşünen bir şeye a priori olarak atfettiklerimiz şunlar [yukarıda andığım ilk formülasyondan farklı olmasının sebebi bunun 'saf ve basit bir özne'ye değil 'düşünen bir varlığa' dair olması]:
B419: ". . . after everything empirical has been detached from it . . . what pertains to a thinking being in general: 1. I think, 2. as subject, 3. as simple subject [unity of apperception], 4. as identical subject (in every state of my thinking)."
Sonuç olarak:
B426-7 "I confuse the possible abstraction from my empirically determined existence with the supposed consciousness of a separate possible existence of my thinking Self, and believe that I cognize what is substantial in me as a transcendental subject, since I have in thought merely the unity of consciousness that grounds everything determinate as the mere form of cognition."
3d. Ruhun dönüşü
Kant yukarıda andığımız tartışmayı sonuçlandırmadan önce şöyle yazmıştı:
B 420: "... if materialism will not work as a way of explaining my existence, then spiritualism is just as unsatisfactory for it, and the conclusion is that in no way whatsoever can we cognize anything about the constitution of our soul that in any way at all concerns the possibility of its separate existence."
Ruhun ayrı bir varoluşu olup olamayacağına dair herhangi bir şeyi bilemiyorduk zira ruhun mahiyetini bilemiyorduk en başta. Ancak, bilindiği gibi Pratik Usun Eleştirisi'nde Kant ruhu yeniden denkleme sokmanın bir yolunu bulacaktı. İyiliğin kemali pratikte buna bağlı olduğu için ruh ölümsüz olmalıydı.
Geçmeden, bir not olarak, Mendelssohn'un ruhun sürekliliğine dönük kanıtının reddiyesi kısmı oldukça ilginç, çünkü burada bilincin extansif olmasa da intansif büyüklüklere konu olduğunu ve bu büyüklüklerin de derece derece kaybolma durumunu üretebileceğini, hatta olasılıkla bölünme, birleşme, çoğalma durumları üretebileceğini speküle ediyor! Bu konuya Bergson'da döneceğiz:
dipnot B415-8 "... Just as one can think of all the powers and faculties of the soul, even that of consciousness, as disappearing by halves, but in such a way that the substance always remains; so likewise one can without contradiction represent this extinguished half as preserved, yet not in it but outside it; only since everything real in it, consequently having a degree, and so its whole existence, lacking in nothing, has been halved, another particular substance would arise outside it. For the multiplicity that was divided already existed previously, yet not as a multiplicity of substances, but rather of that reality as a quantum of existence in it, and the unity of substance was only a way of existing, which through this division alone is transformed into a plurality of subsistence. But in this way too several simple substances could once again fuse together into one, and nothing would be lost except merely the plurality of subsistence, since the one substance would contain the degree of reality of all the previous ones together in itself; and perhaps the simple substance, which gives us the appearance of a matter ... might produce offspring-souls through such a dynamic division of the parent-souls, as intensive magnitudes, which would meanwhile replace what had departed from them by a coalition with new material of the same kind."
Kant yukarıda andığımız tartışmayı sonuçlandırmadan önce şöyle yazmıştı:
B 420: "... if materialism will not work as a way of explaining my existence, then spiritualism is just as unsatisfactory for it, and the conclusion is that in no way whatsoever can we cognize anything about the constitution of our soul that in any way at all concerns the possibility of its separate existence."
Ruhun ayrı bir varoluşu olup olamayacağına dair herhangi bir şeyi bilemiyorduk zira ruhun mahiyetini bilemiyorduk en başta. Ancak, bilindiği gibi Pratik Usun Eleştirisi'nde Kant ruhu yeniden denkleme sokmanın bir yolunu bulacaktı. İyiliğin kemali pratikte buna bağlı olduğu için ruh ölümsüz olmalıydı.
Geçmeden, bir not olarak, Mendelssohn'un ruhun sürekliliğine dönük kanıtının reddiyesi kısmı oldukça ilginç, çünkü burada bilincin extansif olmasa da intansif büyüklüklere konu olduğunu ve bu büyüklüklerin de derece derece kaybolma durumunu üretebileceğini, hatta olasılıkla bölünme, birleşme, çoğalma durumları üretebileceğini speküle ediyor! Bu konuya Bergson'da döneceğiz:
dipnot B415-8 "... Just as one can think of all the powers and faculties of the soul, even that of consciousness, as disappearing by halves, but in such a way that the substance always remains; so likewise one can without contradiction represent this extinguished half as preserved, yet not in it but outside it; only since everything real in it, consequently having a degree, and so its whole existence, lacking in nothing, has been halved, another particular substance would arise outside it. For the multiplicity that was divided already existed previously, yet not as a multiplicity of substances, but rather of that reality as a quantum of existence in it, and the unity of substance was only a way of existing, which through this division alone is transformed into a plurality of subsistence. But in this way too several simple substances could once again fuse together into one, and nothing would be lost except merely the plurality of subsistence, since the one substance would contain the degree of reality of all the previous ones together in itself; and perhaps the simple substance, which gives us the appearance of a matter ... might produce offspring-souls through such a dynamic division of the parent-souls, as intensive magnitudes, which would meanwhile replace what had departed from them by a coalition with new material of the same kind."
4. Kıssadan hisse
Descartes en iyi bildiğimiz, hatta kesin olarak tek ve ilk bildiğimiz şeyin, 'Ben' olduğunu, kendimizin varlığı olduğunu iddia etmişti. Öte yandan bu 'Ben'in mahiyetinin anlaşılmasının daha öte araştırma / akıl yürütme gerektirdiğini de teslim etmişti. Burada zihnimizin kendi kendisini, en iyi kendi kendisini bileceğine dönük bir güven de açıkça ifade bulmuştu.
Hume'un zihni melekelerimize güveni de aslında yukarıdakiyle bir duygudaşlık taşıyor gibi. Elindeki tek araç içebakış, tek veri de zihne düşen izlenimler. Yani bilmenin toplumsal yönü hiç hesaba katılmamış, verinin kendisindeyiz; izlenimlerde, algılardayız, şuurun doğrudan doğruya verilerinin ta kendisiyle ilgileniyoruz, tüm bilginin zemini olarak. Bu temelden başlayarak bilginin ağacını yeniden inşa edebilecek miyiz?
Bu güvenlerde bir akrabalık var. Bilgiye doğrudan erişen yer zihnimizdi, bilgi akıl yürütme ile bulunacak ya da algı yoluyla kaynağından türeyip zihnimize düşecekti. İki bakış da zihinsel melekelerimizde doğru bilgiye ulaşmak için yeterli zemin buluyor. En iyi bileceğimiz şey tabii kendimizdik ama kendimizin varolmadığını da en iyi bilecek bizdik, 'Ben'in olmadığını da birinci tekil şahıs olarak ben bilecektim, ben algılarsam ya da akıl yürüterek bulursam vardı [Descartes], algılamazsam [Hume] ya da akıl yürütmelerim başka yöne varırsa [Parmenides] yoktu.
Kant da bilmenin ancak duyarlığa etki eden veriden başlayabileceğini öne sürecek (yani zihne dışarıdan geliyor), bunların sezgilerde sentezlenip temsil halini aldığını ve ancak bu sentezden sonra temsillerin müdrike tarafından objeler olarak sentezlenebileceğini iddia edecekti. Yine Kant'a göre, evet a priori akıl yürütmem beni, düşünüyor olmamdan hareketle [cogito], tekil / basit ve özdeş bir özne olmaklığıma getiriyordu, getirmeden edemiyordu hatta. Böylece düşünen şeyin ve ruhun nasıl olacağına dair a priori kurgular elde ediyorduk. Öte yandan, iş bunların tözler olarak kendi başlarına varolmalarına geldiğinde a priori akıl yürütme bilgi kaynağı değildi. Bu tip bilgi, Hume'un da dediği gibi sezgiden başlamalıydı. Yani görüleceği gibi Kant da akla dönük güveni paylaşıyordu. A priori akıl yürütmelerimiz esasında geçerliydi. Sadece bir tek sorun vardı, bu kurgulara karşılık gelen gerçek şeylerin olup olmadığını kesin olarak karara vardıramıyorduk, bunlarla ilgili bilgimiz kesin değildi. Olabilirlerdi. Olur idiyseler aklın anlattığı gibi olmalıydılar. Ama var mıydılar?
Descartes en iyi bildiğimiz, hatta kesin olarak tek ve ilk bildiğimiz şeyin, 'Ben' olduğunu, kendimizin varlığı olduğunu iddia etmişti. Öte yandan bu 'Ben'in mahiyetinin anlaşılmasının daha öte araştırma / akıl yürütme gerektirdiğini de teslim etmişti. Burada zihnimizin kendi kendisini, en iyi kendi kendisini bileceğine dönük bir güven de açıkça ifade bulmuştu.
Hume'un zihni melekelerimize güveni de aslında yukarıdakiyle bir duygudaşlık taşıyor gibi. Elindeki tek araç içebakış, tek veri de zihne düşen izlenimler. Yani bilmenin toplumsal yönü hiç hesaba katılmamış, verinin kendisindeyiz; izlenimlerde, algılardayız, şuurun doğrudan doğruya verilerinin ta kendisiyle ilgileniyoruz, tüm bilginin zemini olarak. Bu temelden başlayarak bilginin ağacını yeniden inşa edebilecek miyiz?
Bu güvenlerde bir akrabalık var. Bilgiye doğrudan erişen yer zihnimizdi, bilgi akıl yürütme ile bulunacak ya da algı yoluyla kaynağından türeyip zihnimize düşecekti. İki bakış da zihinsel melekelerimizde doğru bilgiye ulaşmak için yeterli zemin buluyor. En iyi bileceğimiz şey tabii kendimizdik ama kendimizin varolmadığını da en iyi bilecek bizdik, 'Ben'in olmadığını da birinci tekil şahıs olarak ben bilecektim, ben algılarsam ya da akıl yürüterek bulursam vardı [Descartes], algılamazsam [Hume] ya da akıl yürütmelerim başka yöne varırsa [Parmenides] yoktu.
Kant da bilmenin ancak duyarlığa etki eden veriden başlayabileceğini öne sürecek (yani zihne dışarıdan geliyor), bunların sezgilerde sentezlenip temsil halini aldığını ve ancak bu sentezden sonra temsillerin müdrike tarafından objeler olarak sentezlenebileceğini iddia edecekti. Yine Kant'a göre, evet a priori akıl yürütmem beni, düşünüyor olmamdan hareketle [cogito], tekil / basit ve özdeş bir özne olmaklığıma getiriyordu, getirmeden edemiyordu hatta. Böylece düşünen şeyin ve ruhun nasıl olacağına dair a priori kurgular elde ediyorduk. Öte yandan, iş bunların tözler olarak kendi başlarına varolmalarına geldiğinde a priori akıl yürütme bilgi kaynağı değildi. Bu tip bilgi, Hume'un da dediği gibi sezgiden başlamalıydı. Yani görüleceği gibi Kant da akla dönük güveni paylaşıyordu. A priori akıl yürütmelerimiz esasında geçerliydi. Sadece bir tek sorun vardı, bu kurgulara karşılık gelen gerçek şeylerin olup olmadığını kesin olarak karara vardıramıyorduk, bunlarla ilgili bilgimiz kesin değildi. Olabilirlerdi. Olur idiyseler aklın anlattığı gibi olmalıydılar. Ama var mıydılar?
4b. Bilindik dünyanın sonu
Zihinsel melekelerimizin araçsallığının ve sınırlarının farkına varmak gerekir. Kant, Arı Us kurgusunda oldukça esaslı / derin ama yanıldığı yer var. Kant'ın akla güveninin zemini olan Newton Fiziği ve 4 boyutlu uzay-zaman kurguları önce İzafiyet kuramı ve daha sonra Kuantum mekaniği üzerinden çökecek ve artık imgeleyemediğimiz bir dünyada yer almaya başlayacaktık. Belki biz sezginin bize sunduğu dünyayı belirli bir düzenlilik içinde anlıyorduk gerçekten, bazı yasalar ve kurgular bize çok açık ve doğru görünüyordu ama bunlar esasında hatalıydı. Evren böyle bir yer değildi. Kendinde şey'in yasasızlığından bahsetmiyorum, algıladığımız / sezdiğimiz evren aklın anladığı gibi, yani Klasik Mekaniğin öykülediği gibi değil.
Sonuç olarak evrenin 4 boyutlu homojen modelleri bırakılacak, zaman ve mekanın kütle ve hıza göre büküldüğü, çok boyutlu ve hiçbiri kavrayışa açık olmayan, hiçbirini zihnimizde canlandıramadığımız modellere geçecektik. En küçük parçacıklar atom olmaktan çıkacak, evrenin dibi çözülecek, varolmaya gelip-gidebilen parçacıklar nedensellik anlayışımızı, bilardo evrenimizi dağıtacaktı.
Evrenimiz, dünyamız bizim sezgimize uygun değildi aslında, kendimiz de sezgimize uygun değildik. Değişen-değişmeyen ayrımının yerine sürekli bir dönüşümün ve şekilllenmenin temel birimi olan fark[lılaşma] gelecek, aklın / anlamanın önceliği ortadan kalkacak, kendi adına yaratım ve kavramların araçsallaşması ikilisi yaygınlaşacaktı --aynı matematiğin pratikten ve sezgiden kopuşunda olduğu gibi.
Özdeşlik ve KÖ ile ilgili olarak da, ilk kabul etmemiz gereken zamanda sürekliliği hem anladığımız hem anlamadığımız. Kantçı bir terminolojide bu kavramların transandantal olduğunu iddia edebilirdik. Hem sürekliliğin bilişsel şemasına sahibiz hem de aynı kalmanın. Ama bu iki bakış birbiriyle uyuşmuyor, burada kökensel bir uyuşmazlık var ve bu uyuşmazlık zihnimizin yapısına ait [bir spekülasyon: bu tip uyuşmazlıklar barındırmayan bir bilişsel sistem nasıl kurulurdu?]. Bir şeylerden söz etmek için onların zamanda aynı kaldığını varsaymaya ihtiyaç duyuyoruz ama aynı da kalamayacaklarını düşünüyoruz.
Zihinsel melekelerimizin araçsallığının ve sınırlarının farkına varmak gerekir. Kant, Arı Us kurgusunda oldukça esaslı / derin ama yanıldığı yer var. Kant'ın akla güveninin zemini olan Newton Fiziği ve 4 boyutlu uzay-zaman kurguları önce İzafiyet kuramı ve daha sonra Kuantum mekaniği üzerinden çökecek ve artık imgeleyemediğimiz bir dünyada yer almaya başlayacaktık. Belki biz sezginin bize sunduğu dünyayı belirli bir düzenlilik içinde anlıyorduk gerçekten, bazı yasalar ve kurgular bize çok açık ve doğru görünüyordu ama bunlar esasında hatalıydı. Evren böyle bir yer değildi. Kendinde şey'in yasasızlığından bahsetmiyorum, algıladığımız / sezdiğimiz evren aklın anladığı gibi, yani Klasik Mekaniğin öykülediği gibi değil.
Sonuç olarak evrenin 4 boyutlu homojen modelleri bırakılacak, zaman ve mekanın kütle ve hıza göre büküldüğü, çok boyutlu ve hiçbiri kavrayışa açık olmayan, hiçbirini zihnimizde canlandıramadığımız modellere geçecektik. En küçük parçacıklar atom olmaktan çıkacak, evrenin dibi çözülecek, varolmaya gelip-gidebilen parçacıklar nedensellik anlayışımızı, bilardo evrenimizi dağıtacaktı.
Evrenimiz, dünyamız bizim sezgimize uygun değildi aslında, kendimiz de sezgimize uygun değildik. Değişen-değişmeyen ayrımının yerine sürekli bir dönüşümün ve şekilllenmenin temel birimi olan fark[lılaşma] gelecek, aklın / anlamanın önceliği ortadan kalkacak, kendi adına yaratım ve kavramların araçsallaşması ikilisi yaygınlaşacaktı --aynı matematiğin pratikten ve sezgiden kopuşunda olduğu gibi.
Özdeşlik ve KÖ ile ilgili olarak da, ilk kabul etmemiz gereken zamanda sürekliliği hem anladığımız hem anlamadığımız. Kantçı bir terminolojide bu kavramların transandantal olduğunu iddia edebilirdik. Hem sürekliliğin bilişsel şemasına sahibiz hem de aynı kalmanın. Ama bu iki bakış birbiriyle uyuşmuyor, burada kökensel bir uyuşmazlık var ve bu uyuşmazlık zihnimizin yapısına ait [bir spekülasyon: bu tip uyuşmazlıklar barındırmayan bir bilişsel sistem nasıl kurulurdu?]. Bir şeylerden söz etmek için onların zamanda aynı kaldığını varsaymaya ihtiyaç duyuyoruz ama aynı da kalamayacaklarını düşünüyoruz.
4c. KÖ kavramı ve aciliyetleri
KÖ'yü özdeşliğin dışında kurmak hep bir gerek olmuştu, zira değişenin değişmesini korumak gerektiği ama yine de aynı kalmak gerektiği artık iyice anlaşılmıştı. Mesela ölümden ve uykudan sonra yeniden doğmak ya da on yıl sonraki kendimle aynı olmak gibi hayati konularda bu gerekliydi. Dolayısıyla ödeşlik kavramındaki 1e1 ilişki kısıtı korundu, aynı kalmak yerine de nedensel süreklilik geçirildi. Bu, dünyayı ve kendimizi anlama biçimimizle bir pazarlıktı çünkü her durumda kavram dumura uğramaya devam ediyordu. Felsefenin yaptığı kavramı kurtarmaktan ziyade dumur durumlarına başarıyla işaret etmek oldu. İş kavramımızı bize kabul edilir ve sıcak görünen bir yolda kurtarmak idiyse, o zaman artık aslında felsefeden deneysel alanlara, psikolojiye, bilişsel bilimlere ve deneysel felsefeye ve hatta dilbilimsel yorumlara geçiş yapmak kaçınılmaz olmuyor muydu?
Antik dönemden 90lara kadar gelen tarihsel döküme bir ara özet olarak [Bu tarihsel döküm daha epey devam edecek], KÖ konusunun şöyle aciliyetleriyle karşılaştık:
Pragmatik:
- Ölüm, ölümden sonra yaşam
- Gündelik süregelme, genç-yaşlı, öncesi-sonrası, uyku ve sonrası vd.. [hukuki sıkıntılar]
Bilişsel:
- Özdeş ve değişenin iki farklı ve dışlayıcı biliş formu olması. Şeyleri ya o ya bu gözle görmemiz.
Epistemolojik:
- Değişen üzerine kesin bilgi kurulamayacak olması.
KÖ'yü özdeşliğin dışında kurmak hep bir gerek olmuştu, zira değişenin değişmesini korumak gerektiği ama yine de aynı kalmak gerektiği artık iyice anlaşılmıştı. Mesela ölümden ve uykudan sonra yeniden doğmak ya da on yıl sonraki kendimle aynı olmak gibi hayati konularda bu gerekliydi. Dolayısıyla ödeşlik kavramındaki 1e1 ilişki kısıtı korundu, aynı kalmak yerine de nedensel süreklilik geçirildi. Bu, dünyayı ve kendimizi anlama biçimimizle bir pazarlıktı çünkü her durumda kavram dumura uğramaya devam ediyordu. Felsefenin yaptığı kavramı kurtarmaktan ziyade dumur durumlarına başarıyla işaret etmek oldu. İş kavramımızı bize kabul edilir ve sıcak görünen bir yolda kurtarmak idiyse, o zaman artık aslında felsefeden deneysel alanlara, psikolojiye, bilişsel bilimlere ve deneysel felsefeye ve hatta dilbilimsel yorumlara geçiş yapmak kaçınılmaz olmuyor muydu?
Antik dönemden 90lara kadar gelen tarihsel döküme bir ara özet olarak [Bu tarihsel döküm daha epey devam edecek], KÖ konusunun şöyle aciliyetleriyle karşılaştık:
Pragmatik:
- Ölüm, ölümden sonra yaşam
- Gündelik süregelme, genç-yaşlı, öncesi-sonrası, uyku ve sonrası vd.. [hukuki sıkıntılar]
Bilişsel:
- Özdeş ve değişenin iki farklı ve dışlayıcı biliş formu olması. Şeyleri ya o ya bu gözle görmemiz.
Epistemolojik:
- Değişen üzerine kesin bilgi kurulamayacak olması.